Yaşam Üzerine Söyleşi

      Yaşamın zengin yönleridir kişiyi canlı tutan. Alfret de Musset’ın  deyişiyle: “Hayat, yalnızca onu tanımayanlar için tatlıdır.” Tanıyanlar ise yaşamın acı yönlerini bilirler de ondan!.. Bildiklerinden dolayı da   yaşam onlara genellikle zehir olur! Andrè Gide ise : “İnsanın yaşamı insanın düşüdür.” demektedir.Bir bakıma da öyle; düş dünyasına dalıp kendini mutlu sayanlar yok mu? Düşlerini zihninden sildiğimizi var sayalım : o kişiyi yok saymış oluruz. Kaldı ki, günlük yaşantımızda hangi birimiz düşlere dalmayız? Düşler çoğu kez bir avuntu kaynağıdır bizim için.

        “Yaşam kırık bir testiden sızan sudur.” der Bhartrihari. İnsanın yaşamı da sızan su gibi, gün geçtikçe bir yerlerinden yara alan varlığımızdan akıp gitmektedir. Nasıl gün gelir artık testide sızacak su kalmazsa , bizde de yaşayacak güç kalmaz. Hintli büyük şair Rabindranath Tagore ise yaşamı şöyle tanımlar : “Yaşam, içinde daima yeni nağmeler çıkan bir fülüt gibidir.” Şair, burada yaşamın çok yönlülüğünü vurgulamaktadır. İnsan, yaşadığı sürece yeni yeni durumlarla karşılaşır; günü gününe uymaz olur. Bir anda bile çok şeyin değişebildiği gezegenimizde canlılıkla cansızlık, olağanla olağanüstülük birlikte belirir. Yaşantımızı düzenlemek de bir yerde bizim elimizde. Hiç şüphe yok ki, toplumsal yapı içindeki gücümüz oranınca başarılı olabiliriz.

        Seneca da  yaşamın değerini ölüme bağlar : “Ey hayat! Seni bu kadar değerli tutuşum ölüm sayesindedir.” Ölüm olmasaydı yaşam da o denli değer kazanmayabilirdi.İnsanın her yücelişinin bir sonu olabileceğini hesaba katan Cicero : “Yaşam yokuşunu tırmanırken rastladığımız kimselere iyi davranalım. Çünkü inişte yine onlara rastlayacağız.” derken haklı bir gerçeği vurgular. Kitlelerin bir insanı üstün bir göreve getirdiğini varsayalım; görevden ayrılırken yine onlarla senli benlidir, onların gönlüne muhtaçtır.

        Gün geçmiyor ki, hastalanmayalım, yataklara düşmeyelim; daha dün sapasağlam bugün nasıl yataktayım diye içimizden geçer. İlaçlar, sağaltımlar derken kalkmışız ayağa!.. Bu açıdan, Goethe’ye katılmamak elde değil: “Hayat eskidikçe yamadığımız, fakat hiç bir zaman üstümüzden çıkarıp atamadığımız bir elbisedir.”  Evet, her defasında onarırız, ama bir türlü vazgeçmeye gönlümüz razı olmaz. Her ne kadar Marquis de Condorcet : “Hayatında zevk al, fakat onu başkalarınki ile mukayese etme” derse de onun bu öğüdüne insanın katılası gelmiyor. Öncelikle, insanın hayatından haz alması çeşitli etkenlere bağlıdır.  Başkalarınınki ile karşılaştırmamak hiç olası mı? İşte, onu yapmadan edemeyiz. Haklıyız da bir bakıma. Concordet ne açıdan söylemiş bilemem!. Ama, başkalarının yaşantısı – kıvançlı olmak açısından – bizimkinden çok farklı ise, kimi zaman insan elde olmayarak imrenir. Kiminde de tepkisel bir niteliğe bürünür. Tevfik Fikret’in “Promete”sinde haykırışı gibi : “Kalbinde her dakika şu ulvi tahassürün   —-minkar-ı ateşini duy, daima düşün  —- Onlar niçin semada, niçin ben çukurdayım  —–Gülsün neden cihan bana, ben yalnız ağlayım?..”

       Henri de Toulouse- Lautrec ise şöyle der: “Hayat irili ufaklı sukutu hayallerle öğrenilen uzun derslerden ibarettir.”  Hangi birimiz yaşadıkça hayal etmeyiz. Ama, genellikle de hayallerimiz boşa çıkar; hayal kırıklığına uğrarız. Her hayal kırıklığı da bize acı dersler verir: öğretmeni yaşam olan acı dersler… Hele günümüz insanı daha çok  “sukut-u hayal”lere uğrar : Toto’dan, Loto’dan, Piyango’dan…

         İnsanın yaşamasının bir amacı vardır; yaşamak tek başına bir amaç değil de ondan. Ya şu karnavallarda her yıl tepişenler?   Onlara ne demeli?  Amaçmış, şuymuş buymuş umurlarında bile değil! Onlar için “Yaşam bir karnavaldır — Dünya büyük bir balodur.”  Ne diyebiliriz ki?..Varsın öyle bilsinler!.. Zira, bizim adımıza Alexis Carrel onlara gereken yanıtı vermiş: “Hayat disiplinsiz, gayesiz olduğu zamandır ki, yalnız eğlence denilen bataklığa dökülür.” Kuşkusuz yerinde bir sav… Çünkü, insan içgüdülere göre değil bilincine göre davranışta bulunur. Dürtülerinin tutsağı olan insandan, onun insanlığından geride ne kalır ki! O açıdan insanın; her eğilimine, her zevkine boyun eğmesi kendini düşkün kılar.Tennyson’ın yerinde belirtisiyle : “Hayatı hükümran kılan üç şey vardır:Nefse saygı, nefse bilgi, nefse hakimiyet.”  Kendini kontrol edemeyen insan nasıl toplumsallığın hakkından gelir?

        Yine yaşadığı sürece insan, çeşitli görevler üstlenir; ya bunların hakkından gelir, ya da altında kalır! Tutulan bir işte beceri gerekir, ondan da önce yetenek gerekir. Yoksa başarıya ulaşılamaz. Yine Seneca’nın: “Hayat bir piyese benzer, önemli olan uzunluğu değil, temsil ediliş tarzıdır.” demesi bizi bu yönde düşündürür. Üstlendiğimiz rolleri iyi temsil edebiliyorsak ne âlâ!  Az yaşamışız, çok yaşamışız önemi yok.

        Yaşamı maddi ve manevi olarak bir madalyonun iki yüzüymüşçesine nitelersek ; maddi yaşamda insan başkalarıyla eşit olanaklara sahip olmak ister; onun neden var da benim yok? demekten kendini alamaz. Böylesine istemler manevi yaşamı da etkiler. Kişi, bir yanda haklı istemlerini öne sürer, diğer yandan da doğruluğunu dürüstlüğünü bununla pekiştirir. Victor Hugo’nun betimlemesiyle : ” Maddi hayat muvazeneye (denge), manevi hayat doğruluğa dayanır.”

        İnsanın doğarken ağlaması bazı yorumlara yol açmıştır. Kimilerince insan başına gelecekleri bildiğinden, sezdiğinden dolayı gelir gelmez ağlar. Bana kalırsa, insan bulunduğu ve alıştığı ortamdan biraz da acı çekerek ayrıldığı için doğarken ağlar. Onun ağlayışı bir bakıma içgüdüseldir. Çünkü, bilinci henüz oluşmamıştır ki, bilerek ağlasın. Doğada her olayın, her olgunun kendine özgü özellikleri vardır. Yaşamın da, ölümün de öyle… “Gelir ağlarız bu hayattır. Esner ayrılırız, bu da ölümdür.”  derken Auson De Chancel bu olguyu dile getirmiş olsa gerek. Herbert Newton Casson da, ” Hayat ateş gibi dumanla başlar, külle biter.” benzetmesinde, kişinin önceleri yaşamında kendini bir şeylere hazırladığı sonra yükseldiği, yüceldiği; ardından bilinen sonuca yaklaştığını demek ister. Yine Casson : ” Mücadele etmeyince hayatın tadı kalmaz.”  sözünde yaşamın güçlüklerine karşı dayanıklılığı dile getirmek ister. Buna benzer bir düşünceyi Maurice Maeterlinck de paylaşır : ” Hayatın çekilen sıkıntılara değmediğini söyleyenler, yaşamasını bilmeyenlerdir.”  İnsanın bir ideale bağlanmasının kişiyi daha çok özgüvenli kılacağını belirtir. A.Maurois : ” Hayatın acılarına katlanabilmek için insanın bir gayeye bağlı olması lazımdır.”  Robert LouisStevenson da aynı kanıyı paylaşır: ” Keşfedilmek zahmetine değen tek hazine, insanın hayatta bir amacının bulunmasıdır.

        Yaşam dönemlerinin de kendine özgü düşün biçimleri vardır. Çevremizde çok kimsenin uzun yıllar aralığıyla görüşlerinin değiştiğini gözlemleriz. Aslında her insan şu ya da bu biçimde yaşlılıktan etkilenir.; düşünceleri de öyle. Oscar Wilde’a göre : “İhtiyarlar her şeyi unuturlar, orta yaşlılar her şeyden şüphe ederler, gençler her şeyi bilirler.”  Sanırım O. Wild “gençler her şeyi bilirler” derken gençlerin önyargılı yaklaşımlarını, kınamış olsa gerek. Yaşamın güçlüklerini, çetin yönlerini henüz bizatihi yaşayıp denemediği için olup bitti gözüyle bakar genç insan. Disraelli de benzer bir savı savunur: “Gençlik hata,orta yaş mücadele ve ihtiyarlık pişmanlık devridir.”  Yaşamın dönemsel özellikleri konusunda Kant da görüşlerini açıklar: “Gençlikte günler kısa yıllar uzundur, ihtiyarlıkta ise günler uzun yıllar kısadır.”  Ayrıca, Oscar Wilde’a atfen söylenen “İnsan hayatta bir çıraktır ve onun ustası da ıstıraptır”  sözü, insanın çileli yaşantısının potasında  “pişmesi”nin olgunluk getireceği  vurgulanmaktadır.

        Sadece kendi temel gereksininmlerini düşünüp ondan ötesine geçemeyen ya da geçmek istemeyen insanın bir yer solucanından farkı yoktur. Bireyin neler yaptığını, neler yapmak zorunda bulunduğunu her an kendi kendine sorması gerekmektedir. Öte yandan, Jean Marie Guyau insanın çoğalmasının da önemini belirtmektedir : ” Hayat yalnız kendi nefsini beslemek değil, çoğalmak ve meyve vermektir.”  Hiç kuşku yok ki, gereğinden fazla ve niteliksiz çoğalış üzerinde yaşadığımız gezegeni yaşanmaz hale getirmektedir. Çoğu kez mutlu ve mutsuz anlarımızın tıpkı bir kısır döngü gibi süreklilik kazanmasına, gelip geçiciliğine bakarak yaşamın bir düş olduğu kanısına varırız. Oysa, gerçekler öyle sanıldığı gibi değildir. Hızlı bir değişkenlik süreci ve bu sürecin sonunda yaşamı yitireceğimizi bilişimiz bizi böyle düşünmeye alır götürür. O nedenle her ne kadar Utret :  ” Hayat bir rüyadır, ölünce uyanırız.” derse de aslında bu yöndeki savlar  genel olarak ömrümüzün kısalığına istinaden ifade edilmiş olabilir. Lillian  Bell de : ” Hayat bir daha görülemeyen tatlı bir rüyadır.” der.  Benzer bir tanımlamayı Shakespeare yapar : ” Hayat, dolaşan bir gölgedir.”    Ne denli “rüya” ne denli “gölge” diye tanımlanırsa da bu onun  gerçek oluşundan, nesnel ve doğal bir olgu oluşundan hiç bir şeyi alıp götürmez. Yaşantımızın gelip geçici olmasının verdiği kırgınlıkla insanoğlu bu tür tanımlamalar yapmıştır.

        J.J.Rousseau da : ” Hayat mahiyeti itibariyle hiç bir şey değildir. Değeri sureti istimaline tabidir.”  derken hayatımızın değerini onu kullanım şekline bağlamaktadır. İnsanın neden yaşadığı ve nasıl yaşaması gerektiği burada önem taşımaktadır. Çünkü, asıl yapılması gereken daima iyi bir izlenimle bu görevi sonuçlandırmaktır. Alexis de Tocqueville’in deyişiyle : “Şerefle bitirilmesi icap eden en ağır vazife hayattır.”

        Derken ölüm denen sonuca yaklaşır insan! Ölümün eşref saati mi olur? Hiç beklenmedik bir anda gelebilir! Tek başına ölümü anımsamak bile insanı zıvanadan çıkarmaya yeterli olabilir. Blaise Pascal, ölümü yorumlarken şunları belirtir : ” Hayat denilen komedi ne kadar tatlı geçerse geçsin son perdesi daima kanlı biter. Başucuna bir avuç toprak atılır, insanın en son nasibi işte budur.” Evet, olanak olsa da insan geriye dönüp bakabilse, yaşamın bir muhasebesini yapabilse ne iyi olurdu! Şu var ki, ne yapmışsak iyisiyle kötüsüyle yine kendi yaşantımızın bütünlüğü içinde aranmalıdır. Sözün burasında Aeskhylos’un bir sözünü anımsamadan edemeyeceğim : ” İyi yaşamak değil, yaşamayı iyi bitirmek. Gerçek saadet budur.” Bizden sonraki kuşaklara devredeceğimiz başlıca manevi mirasımız üzerlerinde bırakacağımız etkiler ve izlenimlerdir. Bizden yana edindikleri izlenimlerle bizleri yargılayacak, sorgulayacak, eleştirecek ve uygun gördüklerinde de yerli yerince  de sadakatlerini ve içten gelen saygılarını ifade edeceklerdir.Bizler bu dünyada ne yapıp ettiysek, onunla yargılanacağız bizden sonraki nesillerce.  Ünlü halk ozanımız Derviş Ali’nin deyişiyle : ” Cehennem dediğin dal odun yoktur —Herkes ateşini burdan götürür..”   

        Gönül isterdi ki yaşam süreklilik kazansın ; hastalık ve ölüm olmasın! Bir bakıma benimki de bir iyi niyet dileği… Oysa, bu dileği gerçekleştirebileceklerini açıklayan bilim adamları yok değil! Bu yılın Ekim ayında ülkemize  gelip bir sempozyumda konuşan Rus bilim adamı Prof. Alexander S. Spirin’in kanısınca insan ölümsüz kılınabilir. “İstersek insanı ölümsüz yapabiliriz” demişti Spirin. İlgililer de buna karşın, o zaman insanın hayatından bıkacağını öne sürmüşlerdi.  Bıkar mı bıkmaz mı orası ayrıca bir tartışma konusudur. Kaldıki, kendi zamanlarını sanata, bilime, ülkenin ve halkın  yararına adayanların hiç de bıkacaklarını sanmıyorum. Hem böylece, bir insanda deneyimsel birikimler bilgi birikimlerine dönüşerek en büyük güç haline gelmiş olurlar. Bu bağlamda, bilinen o ki, insan yaşadığı sürece öğrenir, öğrendikçe de güçlenir. Bir bakıma H. Peeling : ” Tabiatın insanlara verdiği en büyük lütuf hayatın kısalığıdır.” derse de, kim bilir, kendisi de belki söylediğine inanmıyordur!.

       Tüm bunlar bir yana, bir gerçek daha var ki, o da içi dışı bir olup düşündüklerini açık seçik olarak belirten insan kendini mutlu sayabilir. Dolambaçlı yollara baş vurmak ve karanlık işlerin adamı olmak kişiyi mutsuzluğa, üzüntüye sürükleyebilir. İyi bir geleceklerinin olmasını düşleyenler ya da tasarlayanlar gözle görülebilir başarılar elde etmelidirler ki, ereklerine ulaşabilsinler. Burada B:C:Forbes’in gözlemini biz de paylaşırız : ” Karanlık bir işten aydınlık hayat doğmaz.” Atacağımız adımların, yürüyeceğimiz yolların hep güvenilir olmasına özenirsek, başkalarının aldatıcı, yanıltıcı telkinlerine kanmamış oluruz. Bu yüzden, “Hayatta atacağımız bütün adımlar ilk atacağımız adıma bağlıdır.” der Voltaire. Bu bağlamda, herkes yaşamı  giderek anlamaya çalışır. Anladığını sandığında da artık iş işten geçmiş olur. Burada Christopher Morley’in sözünü anımsatmakta yarar var: ” Hayat, herkesin yanlış olarak telaffuz ettiği bir yabancı kelimedir.”  Bu sözde insanoğlunun hayatı anlamak karşısındaki garipliği belirtilmektedir.

        Bizim yaşama sürecimiz bir bataklık yola benzer. Bu yolda yürürken üzerine çamur sıçratmadan yürüyebilene aşk olsun! Hele günümüz dünyasında bu beceriyi gösterebilmek zor bir iş; siz bu beceriyi gösterseniz bile, başkalarının ne yapıp edip sizi ille de yıpratmak isteyişlerinden kurtulamazsınız. Yaşamın bu yönü karşısında özellikle erdemli insanlar duyarlı olmak zorundadırlar. Shakespeare’in de kanısınca: “Hayatın bize bahşettiği en zengin hazine lekesiz bir şöhrettir.” Her şeyi kendi kıvamında değerlendirdiğimizde bu kez Hipokrates’e hak vermemek elde değil : ” Hayat kısa, sanat uzun, fırsat aceleci, tecrübe aldatıcıdır.”

        Ya bir de yaşadığımız sürece aradıklarımız yok mu? Onlar da kimine göre değişiyor. Söz gelimi,  John Dryden’e göre : ” Hayatta en çok aranılan şey: Güzellik ve sevgidir.” Yeryüzünde herkes güzelliğe, sağlığa ve sevgiye ulaşabilir mi? Ulaşamayan insanları ya da yanılgıları sonucu ulaşamayanları bir kenara mı itmeli? Richter, hayır diyor: ” Hayatın en muhteşem anı, af istenilen ve af edilen andır.”

        Yaşadığı sürece “Bu hayatın sonu yoktur.” diyenlerle alay eden Ömer Hayyam : ” Mademki hayatın sonu yoktur, sen kendini şimdiden yoksun farzet ve hür yaşa.” şeklinde bir tepkiyi dile getirmektedir. “Bu hayatın sonu yoktur” diye insanın her türden beğeniden uzak kalması; duygusuz, duyunçsuz bir duruma  mı düşmesi gerek? “İnsanlar hayatlarına tat veren zevkleri kaybedince nefes alan bir cesetten farksız olurlar.” derken Sofokles’e bir şartla katılırız : İnsan, insanlığına yaraşmayan zevk ve ihtitiraslardan kendini frenleyebilmelidir. Bana öyle geliyor ki, örnek insan ölçülü davranan ve yanılgılarını aşabilendir. Böylece, yaşantımıza yön verirken erdemli olmanın gereklerini yerine getirmiş olabiliriz.

 

Bilal  Aksoy

18 Kasım 1983/Antalya