Kadın ve Aile

          Aile, bir toplumda var olan en temel kurumdur. Toplumsal altyapıyı aile kurumu oluşturmaktadır., İnsanlık tarihini genel hatlarıyla gözden geçirecek olursak, şu gerçeği açıkça görürüz: İnsanoğlu yeryüzünde kendini bildi bileli zamanla çeşitli gruplaşmalar, kümeleşmeler ve topluluklar oluşturageldi. Aile kurumu da bu sürecin bir sonucudur.

          Her zaman diliminin ve her toplumun kendine özgü bir aile türü var olmuştur. Öyle ki, toplumdaki her olgu gibi aile de zaman ve mekândan bağımsız değildir. Zaman ve mekân değiştikçe aile de değişime uğramıştır. Aslında, her canlı varlığın kendi yavrusunu koruma içgüdüsü vardır. Bu içgüdü insanda giderek bilinçli bir davranışa yerini bıraktı. Bu bilinçli davranış da insan ailesinin oluşumunu düzenli ve ilkeli hale getirdi.

          Aile kurumu evlilikler üzerine inşa edildi. Bu bağlamda, tarih boyunca farklı evlilik ve aile türleri var oldu. Yeryüzünde bulunan ve bilinen ilk yazılı kaynaklar Sumerlilere aittir. Sumerlilerden bu yana ailenin geçirdiği evrimi inceleme imkânı bulabiliyoruz. Ailenin düzenli, kalıcı, tarafların hak eşitliğine ve karşılıklı onursal ilişkilerine dayalı olabilmesi için evliliklerin bir akde bağlanması gerekirdi. Bu yönde ilk örneği Sumerlilerde görüyoruz. Sumerlilerin yapmış oldukları düzenlemeler Babillilere de intikal etti. Örneğin Babil krallarından   Hammurabi’nin hazırladığı kanunların 128. maddesi şu ifadelerden oluşmaktadır: “Eğer bir erkek bir bayan alırsa ve bu sözleşmeleri yapılmamışsa bu bayan evli değildir.”

          Aile ilişkileri her toplumda ve toplumların farklı dönemlerinde değişik ve ilginç görünümler arz etmiştir. Polonyalı ünlü antropolog Bronislaw Malinowski, Maleyalılar üzerinde yaptığı incelemede erkeğin çocuk üzerinde  babalık taslamadığını belirtmektedir. Ayrıca, baba sadece bir sosyal kavramdır. Fransız sosyolog, etnolog ve sinolog Marcel Granet, çocuk sevgisinin güçlü olduğu eski Çin üzerine şu görüşleri açıklamaktadır: “Ancak, uzun bir evrim sonundadır ki, babayla oğul akraba sayılmışlardır. Babayla oğulu birleştirmiş olan ilk bağ bir derebeyivari (toprak verme) bağıdır. Bu doğal bir bağ değil, hukuksal ve hele doğaca aile dışı bir bağdır. Oğul ancak babası olacak adamı kendine bey olarak tanıdıktan sonra akraba yerine koyar.”

          Samoyetlerde ve Ostiyaklarda erkekler kadınların kullanmış olduğu bir şeye dokunmazlardı. Bilmeyerek de olsa bu yasaklara uymayanlar tütsü ile temizlenirlerdi. Kimi kabilelerde kız ve erkek çocuklar birbiriyle oynamazlardı. Malenezya, Yeni Kaledonya, Kore ve Kalifornia’da erkek ve kız kardeşler ergenlik döneminden itibaren birbirleriyle konuşmazlardı. Güney Sudan’da Nil boyundaki Tonga’da bir kabile başkanı hemşiresine saygı olsun diye bulunduğu yere hiç yaklaşmazdı. Seylan’da Tuva’larda bir baba kızını regenlik devresinden sonra artık hiç göremezdi. Burma’da Leta’larda erkek ve kız çocuklar birbirleriyle karşılaştıkları an, görmemek için başlarını çevirirlerdi. Sibirya kuzeyindeki Taimyr adalarında bir genç erkek , bir kızın eline ya da başına dokunamaz; kızlar da erkeklerin saçına el süremezdi. Kürne kabilelerinde erkekler erkek hayvanları, kadınlarsa dişi hayvanları yiyebiliyorlardı. Bunların uğraşı alanları da farklıydı. Erkeklere özgü olan görevler kadınlara, kadınlara özgü olanlar da erkeklere yasaktı. Ne gariptir ki, Nikaragua’nın bazı kabilelerinde çarşıya ait işler kadına aitti. Bir erkek çarşıya giderse dayak yerdi. Bu ve buna benzer örnekleri çoğaltmak mümkün..

          Şevket Mehmet Ali, Hukuk Tarihi adlı eserinde Sumerliler ve Akatlılarda olduğu gibi, eski Türklerde de birden fazla evliliğin olmadığını yazmaktadır. Aynı şekilde Necip Asım, Türk Tarihi adlı kitabında eski Türk toplumunda kadının yüksek bir yeri olduğunu belirtmektedir. Türk kadınının aile içindeki rolü, Han eşinin devlet içindeki yerinde de etkisini göstermiştir. Eski Türkler Han’ın eşine Hatun derlerdi. Dilbilimcilerden bir kısmı hatun sözünün Aryen bir topluluk olan Soğdların dilinden kaynaklandığını belirtmektedirler.  Kutluk Han tahta çıktığı zaman, eşi Bilge Hatun da tahta çıkmıştı. Türklerde kızları egemenlik haklarından yoksun bırakan bir uygulama bulunmadığından, İslam öncesi Türklerde dul hatunlar, kocalarının yerine geçebiliyorlardı. Eski Türk-lerde kadın, aile içinde kendine özgü mallarda kendi başına tasarruf hakkını kullanırdı ve kocasından ayrılırsa kendi mallarını da birliktealıp giderdi. Eski Türk geleneklerinin birçoğunu sürdürmüş olan Yakutlar arasında önemli incelemeler yapan V.L.Seroşevsky, Yakutlar adlı kitabında : “Ailede egemen olan kişi babaannedir, babaanne yoksa baba, baba yoksa ve anne de genç ve yeteneksiz ise büyük kardeştir” demektedir.

          Orhon Yazıtlarında ise Bilge Han şunları söyler: “Annem Hatun sayesinde kardeşim Gültekin bir kahra-man ününü kazandı.” Bu söz, bizlere eski Türklerde annelik statüsünün önemini belirtmektedir. Fransız kâşif ve yazarı Grenard (1866-1942), Fransızca olarak yayımlanan Türkistan ve Tibet adlı kitabının 120.sayfasında şu görüşleri öne sürmektedir : ” Ondört yüzyıldan beri Çin Türkistanı’nda kadınların erkeklerle beraber topluma kabul edildiğini biliyoruz.”   Bu arada, Ziya Gökalp de, “Türk Medeniyeti Tarihi” adlı kitabında eski Türk aile yapısı hakkında açıklamalarda bulunmaktadır.

          Hikmet Bayur, 1937 yılında TTK yayın organı olan Belleten’in 1.cildinde yazdığı “Orta ve Yeni Kurunda Orta Asya ve Hindistan Türklerinde Kadının Mevkii” adlı makalesinde Orta Asya ve Hindistan Türkleri arasında doğrudan doğruya rol oynayan, yani devleti yöneten ve askere komuta eden kadınların varlığından söz etmiştir.

          Eski Türklerin aile yaşantılarının izlerine Dede Korkut’ta da karşılaşıyoruz. Nitekim, Dede Korkut, ” Kız anadan görmeyince öğüt almaz” diyerek ailede kadının rolünü belirtmiştir. Yine Dede Korkut’ta “başımın bahtı, evimin tahtı” denilerek kadına büyük değer verilmiştir. Ünlü bilim adamı Bartold, Dede Korkut’ta kadının rolünü inceledikten sonra şu yargıya varmaktadır: ” Destanda kadının toplumsal yeri yüksektir. Birden çok evliliğin izi bulunmaz. Her kahramanın bir kadını vardır.” Tüm bunlara karşın, eski Türk topluluklarında da bu alanda bazı eşitsizlikler yok değildi.

          Ülkemizde uzunca bir süre uygulanan hukuk sistemlerinde ana çocuğun egemeni (velisi) sayılmadı. Kadının hukuksal statüsü miras konusunda da oldukça elverişsizdi. Önceleri miras, Feraiz kurallarıyla düzenlenmişti. Padişahlık dönemlerinde yalnızca padişahların ve vezirlerin kızları boşanma haklarını kullanabiliyorlardı. Çilekeş  Anadolu kadını, “sopa cenneten çıkmıştır” iddiasına dayalı gerekçelerle hergün kendilerine sayısı belirsiz darbeler vuran kocasını boşayamıyordu. Eski hukuk sistemlerimizde veli baba idi. Baba öldüğünde ana veli sayılmıyordu. Türk kadını yine imparatorluk dönemlerinde kamu haklarından yoksundu. Aynı zamanda, kamu yönetiminde de görev verilmiyordu. Söz gelimi, fıkıh alanında kimi yazılar yazan Ali Haydar Efendi şu kanıda idi : ” Kadınların akl-ı bi’l-meleke ve akl-ı bi’l-fiilleri noksan bulunduğu cihetle, onlar vali ve emir olamazlar.” Buna mukabil, Osmanlının son dönemlerinde yine de birtakım reform çabaları söz konusuydu. Batıda gelişen modernleşme ve insan hakları yönündeki gelişmeler Osmanlı toplumunu da etkiliyordu. Bu bağlamda, 1843 yılında kadınlara ebelik eğitimi hakkı tanındı. 1869’dan sonra İstanbul ve Rusçuk’ta kız meslek okulları açıldı. 1913-1914’de İstanbul’da kız mektepleri eğitime başladı. 1917’de kızlara diş tabibi ve tabip (doktor) olma hakkı tanındı. 1893 yılında “hanımlara mahsus gazete” haftada iki kez yayımlanıyordu. 1936’dan sonra musiki mekteplerine kız öğrenciler de alınmaya başlandı.

          Osmanlının son dönem hukuk sistemi yorumcularından Mehmet Zihni, 1908 yılında İstanbul’da yayımlanan “Münâkehât – müfârekât”  adlı kitabının 13.sayfasında  ‘nikâh’ı şu şekilde tanımlıyor: “Kasten mülk-ü müt’ayı müfîd olan bir akittir.” Bundan maksat, evliliğin amacı, kadının kadınlığından erkeğin yararlanması idi ve bu, kadın hakları bakımından çok küçültücü bir durumdu. Aslında Osmanlı yönetiminin ilk devirlerinde böyle bir durum mevcut değildi. Bu nedenle, gezgin İbn Batuta, Sultan Orhan Gazi’nin eşi “Bilun  Hatun”un tıpkı bir aile reisi gibi kendisine ev sahipliği yaptığını  belirtmektedir. İbn Batuta, ayrıca Kıpçaklarda da kadınların erkeklerle aynı haklara sahip olduklarını aktarmaktadır. Bununla birlikte, İbn Batuta’nın Orhan Gazi’nin eşi  olarak naklettiği Bilun Hatun’un sehven yazıldığı sonucuna vamaktayız.. Bu hatunun Nilüfer Hatun adıyla anıldığı ve asıl adı Holifira olan Rum asıllı bir hatun olduğu genel kabul görmektedir. M.Çağatay Uluçay “Padişahların Kadınları ve Kızları” adlı (TTK yn.,Ankara) kitabının 3. ve 4. sayfalarında bu konuya değinmektedir.

          Sonraları kurumsallaşma ve tutucu yönelimler nedeniyle kitleler insana yakışmayan uygulamalar içine sevk edidi. Bunun sonucu olarak da istikrarsız ve dış dünyaya kapalı aile yapıları belirdi. Buna paralel olarak boşanma konusunda sadece erkeğin istemi egemen oldu. Kadınların bu yöndeki talepleri dikkate alınmıyordu. Tek yanlı erkek egemenliği ailede belirleyici idi. Eski hukukumuz erkeğin bu sınırsız boşanma yetkisini kötüye kullanmasına karşı bir önlem olmak üzere “hülle” uygulamasını kabul etmişti. Buna karşın eşini boşadıktan sonra onunla yeniden evlenen ve yeniden boşayan ve bu durumu üç kez tekrarlayan erkeğin aynı kadınla dördüncü kez  evlenebilmesi için kadının başka birisi ile evlenip boşanması gerekirdi. İşte buna hülle denilirdi. Bu uygulama bir dönem daha da yozlaşıp, kötüye kullanılmış ve bir “hille-i şer’iyye” durumuna gelmişti.

          Bir yanda kadınlara bu tür yakışık almayan uygulamalar reva görülürken öte yandan, onun gerçeği görmesi ve çevresini tanıması da engellenmiş oluyordu. Kara çarşaf ve peçenin giderek yaygınlaştırılması çabaları kadının dış dünyayla irtibatını kesiyordu. Toplumda çoğunluk tarafından kadın adeta izolasyon malzemesine sarılmış bir meta olarak görülüyordu. Tarihi kaynaklar Osmanlıda yaygınlaşan kara çarşafın Abbasilerden kalma bir uygulama olduğunu nakletmektedirler. Buna göre, Abbasi hükümdarı II.Melik, müslüman olmayan ülkelerin halklarını islamlaştırmak için bazı caydırıcı önlemler almış. Bunlardan biri de kara çarşaf imiş. O ülkelerin kadınlarına “Ya müslüman olunuz ya da size kara çarşaf giydiririz; ikisini de kabul etmiyorsanız sizi idam ederiz” denildiği kaynaklarca aktarılmaktadır. Bu uygulamayla birçok kadının idam edildiği iddia edilmektedir. Bir kısmı da canlarını kurtarmak için müslüman olmuşlar. Çünkü, o sıralar müslüman kadınlar henüz kara çarşaf giymiyorlarmış. Bu olaylardan sonra müslüman kadınların da kara çarşaf giymeleriyle giderek yaygınlık kazanmış ve Anadolu’ya da intikal etmiştir. Kara çarşaf, böylece tepeden inme bir uygulamayla başlatılmış oluyordu. Suçluların, kanun kaçaklarının, katil ve sapıkların da kendilerini kamufle etmek için kara çarşaf ve peçeye bürünerek firar ettikleri ya da toplumun içinde seyahat ettikleri bilinen bir gerçekti. Belli ki, suç işleyenler, saf ve temiz duygulu, iffetli Anadolu kadınının kara çarşafa bürünmesini istismar ederek suç fiilerine devam etmenin yolunu bulmuşlardı. Bu bağlamda, kanun kaçakları  nın kolluk kuvvetlerince yakalanmaları da güçleşiyordu.

          Peçe konusuna gelince, onun da başlatılması devlet eliyle birtakım önlemler çerçevesinde olmuştur. Selçuklu devri tarihçilerinden Şikari, 14.yy’da yazdığı Karaman tarihi ile ilgili el yazması eserinin 110.sayfasında peçenin Sultan I.Murat zamanında Bursa’ya yerleştirilen Türkmen kadınlarının Osmanlı erkeği tarafından çarşı pazarda rahatsız edilmesi üzerine, sadece onlara – yani Türkmen kadınlarına – özgü olmak üzere uygulandığını yazmaktadır. Sonraları giderek yaygınlık kazanmıştır. Demek ki, önceleri iyi niyetle alınan bazı önlemler, tutucu çevreler tarafından toplumun genelinde bir zorunluluk ifade eder hale getirilmiştir. 

          Kadınlara karşı olumsuz tavırlar bu devrin genel karakteristiği sayılmaktadır. İmam Gazali’nin kadınlar konusundaki şu sözleri ibret vericidir: “Akıl sahipleri içerisinde aklen ve dinen siz kadınlardan daha noksanını görmedim…” İslam dünyasında bir kısım yobaz çevrelerin etkisiyle, kadın kişiliğini geliştirme imkânlarından yoksun bırakıldı. Nitekim, Ziya Gökalp bu durumu şu sözleriyle doğrulamaktadır: ” Müslüman kadını gayet elemli bir mevkiye düşmüştü.” Aşağıda, Osmanlı toplumunda yapılan evlenme akdine dair örnek, bu sözü doğrular niteliktedir.

          Osmanlıda evlenme akdi şu şekilde gerçekleşirdi:  “Nişanlı kız, nişanlısının evine gider, orada semtin imamı şahitler önünde onlara rızalarını sorardı. Ama o anda dahi geleceğin evlileri birbirini görme hakkına sahip değildiler. Erkek nişanlının imamla bir odada bulunduğu bir sırada, genç kız bitişik bir odada yarı açık bir kapının arkasına saklanmıştır ve kural gereğince ‘evet’ sözcüğünü söylemesi beklenmektedir.”

          Bir yanda bu tür uygulamalar süregiderken, öte yandan Osmanlı İmparatorluğu yöneticileri bazı düzenlemelere gitme zorunluluğu hissettiler. Bu cümleden olarak, 25 Ekim 1917’de “Hukuk-u Aile Kararnamesi” adlı bir yasa yürürlüğe konuldu. Bu yasayla erkeğin boşanma hakkı ve bir erkeğin birden çok kadınla evlenmesi birtakım koşullara bağlandı. Fakat, 19 Haziran 1919’da adı geçen yasa tekrar kaldırılarak, aile hukuku yine eski fıkıh kurallarına bağlanmıştır. Bu tarihten on yıl önce ise, yani 19 Haziran 1909’da Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda Dersim mebusu Lütfü Fikri Bey’in kadınlara da oy hakkı tanınması yönündeki teklifi tutucu mebusların çoğunluğunca tepki görerek reddedildi. Oysa, bu liberalleşme çabaları daha o zamandan gerçekleşseydi, bugün belki de daha ileri aşamalara varmış olurduk. Oysa, daha 1830 yılında Büyük Amiral Halil Paşa, şu gerçeği acı da olsa ifade etmişti: ” Kesinlikle kanaatim odur ki, biz Avrupa’ya kendimizi uydurmakta gecikirsek, yeniden Asya’ya göç etmekten başka çaremiz kalmayacaktır.”

          İmparatorluktan cumhuriyete geçtikten kısa bir süre sonra, 4 Nisan 1926’da İsviçre Medeni Kanunu’ndan aynen iktibas edilen Medeni Kanun BMM’nde görüşülerek kabul edilmiştir.   Bu görüşmeler esnasında raportörlük yapan Şükrü Kaya Bey, Osmanlının bu alanda bir enkaz devrettiğini öne sürerek şu iddiada bulunmuştur: “Mahkemelerimizin arşivleri; meşru babası olmayan çocukların, kocaları tarafından terkedilmiş kadınların, vasilerince evlendirilmiş küçük kızların iç parçalayıcı acılarıyla doludur.”

          Yurttaşlık Yasası da denilen Medeni Kanun bu tür olumsuzlukları ortadan kaldırmaya yönelikti. Bu yasayla evlenme yaşı erkeklerde 18 ve kadınlarda 17 olarak belirlenmişti. 1933 yılında benimsenen 2330 Sayılı Af Yasası’nın 16. maddesi, evlilik dışı çocukların  babası adına genel nüfusa kaydedilmelerini sağlıyordu. 1934’de “Gizli Nüfusların Yazımı Hakkında” 2576 sayılı yasa ile yaş sınırlamasına açıklık getirildi. Bunun bir dizi yasalar izledi. 14 Nisan 1930’da kadınlara belediye meclis üyeliğine seçme ve seçilme hakkı tanındı. 11.12.1934’de de Anayasa değişikliğinin 1. maddesiyle kadınlara seçme hakkı tanınıyordu.

          Genç Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt, Medeni Yasa’nın görüşülmesi sırasında mecliste yaptığı konuşmayı şu cümleyle noktalamıştı : ” Baylar! Bu yeni kanunu kabul   etmek için elleriniz kalktığı vakit, geçmiş on üç yüzyılın akımı duracak ve Türk milletinin önünde yeni, bereketli, uygar bir hayat yolu açılacak.”

          Tüm bu gelişmelere rağmen toplumun muhafazakâr kesimlerinden tepkiler de beliriyordu. Bu çevreler, tek eşle evliliğin bir Hristiyan geleneği olduğu görüşündeydiler. Oysa, eski Türklerde de bu geleneğin var olduğunu gözden ırak tutuyorlardı. Bu son gelişmeler ışığında kadınlar evlenmekle hakları  büyük  ölçüde kısıtlanmıyordu. İsviçre Medeni Kanunu’nu tek başına 15 yılda yazan  Prof. Eugen Huber şu kanıdaydı : ” Kadın evlenince niçin kocasının egemenlik ve korumalığı altına girsin! Önce bütün medeni haklarına sahip olan bir kadın niçin evlenme olayı ile kısıtlı duruma konulsun! Evlenme onu ne zekâsından, ne  kocasından ne de işlerini görme yeteneğinden yoksun kılmıştır.”  Tanınmış Fransız hukukçusu Robert Joseph Pothier (1699-1772)  de ” Evli bayanın eşinden izin alma ihtiyacı, onun akılca daha zayıf olduğunu getirmez. Zira evli bir kadının aklı, böyle bir izne gereksinmesi olmayan genç kızlara veya dullara oranla daha az değildir” demektedir. Bu arada cariyelik uygulaması da tasfiye ediliyordu. Bununla birlikte, “besleme” ya da “hizmetçi” adları altında insan özgürlüğünün kısıtlandığı uygulamalar az da olsa varlıklarını uzunca süre devam ettirmişlerdir. Manevi evlat uygulaması da kişinin başka bir kişiye olan ekonomik bağımlılığının aynı zamanda medeni alandaki bağımlılığı da beraber getireceği aşikârdı. Tüm  bu geleneklerin, insan onurunu rencide eden yönleri söz konusuydu.

          Bazı çevrelerce aile yapımız bozuluyor denilerek yakınılmaktadır. Oysa, bu konuda çok karamsar olmamak gerekir. Elbette, geleneksel değerler değişecektir; ama, tüm bu değişmeler içinde kalıcı olan bir şey var ki, o da anne baba şevkati ve çocuk sevgisidir. Bu olgu insan olmanın doğasında mevcuttur. Artık, klasik tipte babaerkil ya da anaerkil aile türleri işlevini yitirmiştir. Herkesin söz ve kara sahibi olduğu demokratik türden aile yapısına her zamankinden daha çok gereksinmemiz vardır. Bununla birlikte, zaman akıp gitse de aile kurumunun kutsal olduğu gerçeğini kimse reddetmese gerektir. Tabi, bu arada insan kendi evini yapıyor diye başkalarının evini de yıkmamalıdır. Öyle ki, sağlıklı bir aile yapısı için adaletli ve dengeli bir gelir dağılımı her “hal ü kâr”da zorunludur. Herkesin sırtı pek, başı dik olmalıdır. Evet, olmalıdır ki, aile yapımız saygınlığını korumakta devam etsin.

          Geleceğin aile reisi gençler! Aile bağlarınızı mukaddes biliniz. Unutmayınız ki, dünya var oldukça aile kurumu, aile kurumu var oldukça da bu mukaddes bağlar var olacaktır. Fakat, sizlere bir ricam var;sorunların üstesinden gelirken ya da belirli konularda bakış açılarınızı oluştururken tek yönlü fikirlere kendinizi kaptırmayınız. Nasıl ki, arı binbir çiçekten bal eyleyebiliyorsa, sizler de doğru bilgilere çok yönlü kaynaklar, gözlemler ve deneyler sonucu varabilirsiniz.

 Bilal  Aksoy                

  15.05.1990