Toplum ve Birey
Toplum dinamik bir olgudur. Sürekli bir değişme içindedir. Unutulmamalıdır ki, değişime direnen güçler ve kesimler de değişime uğramaktan kurtulamazlar. Toplumların statik değil, dinamik oluşları sosyal yapılarını da her an değişime tabi tutmaktadır. Sosyal yapıyı oluşturan kültürler dış dünyaya açıktırlar; onlardan etkiler almaktadırlar. Yüksek düzeydeki kültürler başka kültürlere etkide bulunurlar. Dünyamızda insanoğlu belirdiğinden bugüne ne ebedi bir toplum ne de ebedi bir devlet var olmadı. Bu bağlamda, toplumlar adeta birer makro canlı organizmalardır; onların birer ürünü olan devletler de doğar, büyür, gelişir ve yok olurlar. Yalnızca yok oluş süreleri farklıdır. Bu nedenle, toplumlar birer farklılıklar manzumesidir. Bu farklılıkları yadsımak, görmezden gelmek toplum bilimcinin misyonu olmamalıdır. Toplum bilimci realitenin dışına çıktığı takdirde kendini de yadsımış olacaktır.
Toplumların ve kültürlerin değişim süreçlerine rağmen, söz konusu kültürlerin birer unsuru sayılan kültler (inanç kalıpları) en geç değişime uğrayan ve yer yer direnen unsurlardır. Toplumların teknolojiyi almalarına karşın bu inanç kalıpları yine de varlıklarını devam ettirebilirler. Teknolojiyi uygulayan toplumlar kültürel açıdan kendilerini dünyaya uyarlamıyorlarsa bu durum sosyoloji biliminde “kültürel gecikme” kavramıyla açıklanmaktadır. Az gelişmiş bir toplumun bireyleri, gelişmiş toplumlarda uzunca süre yaşamalarına rağmen iptidai geleneklerini sürdürmeye genel olarak devam etmektedirler. Oysa, dünya halkları kendilerine özgü geri kalmış olan kültür kalıplarını dünyaya uyarladıkça evrensel uyumdan söz edebiliriz. Evrensel uyum ise evrensel hukuk normlarıyla perçinlenir. Evrensel hukuk normlarına uyulmayan gezegenimizin geri kalmış bölgelerinde dinsel ve etnik çatışmaların barut kokuları göğe yükselmektedir.
Toplum bilim klişeleşmiş dogmaları, doktriner sloganları papağan gibi tekrarlama sanatı olamaz. Toplum bilim, bir toplumda var olagelen sorunların ve olguların tıpkı bir kedi içgüdüsüyle üstünün örtülmesini ve görmezlikten gelinmesini de doğru bulmaz. Toplum bilim, adeta toplumun MR’ını çekip ona göre teşhis belirleyip tedaviye yönelmeyi uygun gören bir bilimdir. Bu bakımdan, bilimsel yöntem akıl ilkelerine dayalı olarak, mantıksal tutarlılık ve içeriksel açıdan bilginin doğruluğunun test edildiği bir dedektör aygıtına benzemektedir. Bu yöntemi hiç şüphesiz bilim olmak itibarıyla toplum bilim de uygulamaktadır. En çok da belki onun gereksinimi vardır bu yöntem denilen dedektöre. Yoksa bizler nasıl anlarız neyin doğru neyin yanlış olduğunu? Nasıl anlarız; bu topraklar üzerinde özgürce yaşamanın, kardeşçe dayanışmanın, adam gibi adam olmanın, fitneden ve fesattan uzak durmanın, kişiliğimize ve onurumuza toz kondurmamanın – yeryüzündeki varlıkların en şereflisi olarak bizlerin yani insan oğullarının – erdemini?… Bunlar olmadan hiç oluşturulabilir mi adem oğullarının mayası? Toplum bilim, nitelikli insanlardan oluşan toplumların da nitelikli ve saygın olacaklarını iyi belirlemektedir. Toplumları bir binaya benzetecek olursak, binayı oluşturan yapı taşları ya da malzemeleri ne denli sağlamsa yapı da o denli sağlam olur.Yapısı güçlü olan sosyal oluşumlar da birçok “sosyal deprem”e dayanıklı olurlar. Toplumun yapı taşları bireylerdir. Bireyleri mutlu olmayan, sorunlu ve saldırgan olan, kendi kişiliğini henüz bulamamış insanlardan oluşuyorsa o toplumda yapılması gereken, çözülmesi uygun olan çokça işler ve sorunlar var demektir.
Kimi toplumlar da fırtınalı havalarda yelkenleri kopmuş, her yöne savrulan, pusulasını şaşırmış, ileri rotasını kaybedip gerisin geriye savrulan bir tekne konumunda olabilirler. Böylesi durumlarda dahi teknenin mürettebatının ve yolcularının ortak akla dayalı olarak istenilen hedeflere ulaşmaları mümkündür. Birbirleriyle didişen, itişip kakışan yolculardan oluşan bir teknenin zamanla su alacağı bilinen bir gerçektir. O halde böyle bir facianın olmaması için bireylerin karşılıklı anlayışları, empati yapmaları, adam yerine saymaları ve sayılmaları beklenilen davranış modellerindendir. Yoksa, nasıl yenileniriz bizler? Yeryüzünün izbe sokaklarından bizleri geleceğe ulaştıracak aydınlık ana arterlere nasıl çıkabiliriz? Nasıl varabiliriz bizi esenliğe ulaştıracak aydınlık , güneşli ve güzel günlere? Böylesine çıkışlar ancak sosyoloji denen toplum bilimin bilimsel kriterlerine, verilerine, sonuçlarına olan öz güvenimiz sayesinde gerçekleşebilir. Nasıl arı bin bir çiçekten bal eyliyorsa, bizler de içinde yaşadığımız toplumun farklılıklarına olan saygımız sonucu yüksek irtifalı fikirleri savunmanın erdemine ulaşmış oluruz.
Bir toplumda toplum bilimciye kayda değer görevler düşmektedir. Bu görevlerin başında toplumsal katmanlar, gruplar, sınıflar, farklı oluşum ve inançlar, kültürler arasında empati yapma becerisini kavratmak olmalıdır. Başkalarının yerine insanın kendisinin olduğunu düşünmesi hiç şüphe yok ki, insanlar ve sosyal kesimler arası uzlaşmanın başlıca dayanağı olacaktır. Yaşadığımız süreçlerin tekdüzeliğini dinamik oluşa dönüştüren güç, sosyal ilişkiler sonucu edindiğimiz deneyimlerdir. Bu deneyimler kişiliğimizi geliştiren ve bir o ölçüde de pekiştiren, toplumsal itibarımızı oluşturan yadsınamaz etkenlerdir. Bizi biz yapan değerleri bu toplumdan öğreniyoruz. Bu değerler yozlaşmadığı sürece benliğimizi kaybetmenin endişesi içinde olamayız. Bizim kendimize özgü olduğunu sandığımız mevcut insani değerler aslında evrensel hümanizma ile iç içedirler. Bu bağlamda, yeryüzünün marjinalleri olmaya asla niyetimiz olamaz. Bu gezegende bizim de saygın bir konumda olmamız gittikçe hayati bir önem taşımaktadır.
Teknolojinin etik değerleri elimine ettiği bu hengâme ortamında etik açıdan zevahiri kurtarmak içtenlikli önceliğimiz olmalıdır. Bir toplumda etik değerler dumura uğrarsa kimse bundan kazançlı çıkamaz. Nasıl ki, toplumun farklı kesimleri arasındaki uyuşmazlıklar uzun vadede kimseye kazanım sağlamazsa, kendi iç dünyalarında soyluluğun erdemini kavrayamamış olanların geleceğe ilişkin söz söyleme hakları da olamaz. Köhnemiş toplumsal kurumların yerine çağa uygun olanları ikame eden, bireyin bireyle, bireyin devletle, devletin diğer devletlerle ilişkilerini insani boyutlara istinaden sürdüren sosyal yapılar ve unsurlar geleceğin müreffeh şarkılarını söyleme haklarına sahip olurlar.
Umutsuzluğun kol gezdiği, miskinliğin bir virüs gibi yayıldığı, adil olamamanın adeta bir davranış modeli olarak yaygınlaştığı toplumlarda eğitimciler bireyleri motive etmenin nafile gayretleri içinde olurlar.Tüm bunlarla birlikte, kendi eğitimcisi karşısında kişiliği erozyona uğramış ve şahsiyet basamaklarından yükselerek soyluluk katına erişemeyen öğrenci profillerinin giderek yaygınlaşması toplumun bünyesinde kanserli bir merkez üssünün varlığını dile getirmektedir. Saygı, sevgi, tevazu bizim geleneksel terbiyemizin temel taşlarıydı. Bu ve benzeri temel taşları yerinden oynatmak, ayakta kalmaya çabalayan başlıca insani barınağımızın çöküntüsüne yol açmak üzeredir. Bu yapıda derin gedikler açılmış; o varlığı övülen barınak ya da yapı artık barınılamaz hale gelmiştir. Öyle ki, bir toplumun ve o toplumun özellikle öğrencilerinin öğretmenlerine duyduğu saygı ve insana yaraşır “beşeri münasebet”, uygar dünyada yer almanın göstergesidir. Buna karşılık, öğretmenler de saygın olmayı, kendisinin ve mesleğinin itibarını her şeyin üstünde tutmayı temel felsefe edinmelidirler. Kibirlilik, mağrurluk, savaş kazanmış komutan edaları eğitimcinin tavrı olmamalıdır. Eğitimci üslubuna, konuşma adabına, kurduğu cümlelere özen göstermekle yükümlüdür. Öyle ki, kendisi eğitime muhtaç olan birinin genç nesillerin eğitimcisi rolünü üstlenmesi deyim yerindeyse toplumsal bir yıkımın belirtisi olur. Provokatör, ortam gerici, belirli kesimleri öteleyici, bilgi ve beceri yoksunu, adeta dedikodu fabrikası gibi çalışan; üstelik yüzü kızarmadan pervasızca yalan söyleyen, gösteri ve tören megalomanlarının ne eğitim camiasına ne de toplumun bir başka alanına yararlı oldukları söylenemez.
Çağdaşlaşmak, modernleşmek, demokratlaşmak, ilerici değerlere sahip olmak, savaşsız ve sömürüsüz bir dünyanın var olmasına özlem duymak; insan olarak üzerimizdeki etik gömleği çıkarıp atmak değildir. Bu takdirde, birey ve dolayısıyla toplum içten içe yara almış olur. Geleceğin mutlu, müreffeh ve medeni toplumunu oluşturmak için el birliğiyle mevcut sorunları çözümlemek dileğiyle…
Bilal Aksoy
26.10.2012 / İzmir