Etimolojik ve Tarihsel Açıdan Yer Adları Sözlüğü
ÖN SÖZ
Böylesine bir çalışmaya yönelişimin nedeni, ülkemizde bu alandaki çabaların istenilen düzeyde olmayışındandır. Yer adları üzerine bu araştırmayı sonuçlandırmakla bir yönüyle de tarih yazıcılarına bir başvuru kaynağı hazırlamış oldum. Yer adları bilimi alanına yönelik çalışmaların ileride daha da yetkinleştirilmesi gerektiğine inanıyorum. Anadolu’nun herhangi bir yöresine yaptığımız gezi süresince karşılaştığımız kent, kasaba, köy, dağ, nehir, dere ve diğer yerlerin adları bizleri çok zaman düşündürmüştür. Doğrusu her insan yer adlarının kimler tarafından verildiğini, hangi dilden kaynaklandığını hep merak ededurmuştur. Bu kitap büyük ölçüde bu merakları gidermektedir. Çünkü binlerce köy, kasaba, kent, dağ, ırmak, dere gibi yerlerin adları irdelenip tarihsel evrimleriyle birlikte izah edilmeye çalışılmıştır. Genellikle eski yer adları olmak üzere önemli ölçüde yeni yer adları da irdelenmiş, özgün karşılıkları belirlenmeye gayret edilmiştir. Bu çabalarım süresince hakkında yazılı belge ve bulgular bulunmayan sayısız yer adlarıyla karşılaştım. Bu tür yer adları zihnimi yıllar yılı kurcalamıştır. Bunlardan kesinlik ihtiva etmeyen karşılıkları üzerine olası görüş ve düşüncelerimi aktarmakla kifayet ettim. Ülkemizde yer adları bilimine duyulan ilgi son yıllarda giderek artış göstermektedir. Öyle anlaşılıyor ki, bu alan gün geçtikçe daha çok kimsenin ilgisini çekecektir.
11-13 Eylül 1984 tarihleri arasında Ankara’da düzenlenen “Türk Yer Adları Sempozyumu”na dinleyici olarak katılmıştım. Sempozyumda dinleyiciler konuşmacılardan fazla değildi. O zamanlar bu konuyla ilgilenen kimseler oldukça azdı. Konuşmacılar, toponomik çözümlemeler yerine, genel olarak bir kısım yer adlarında yapılan değişikliklerin tarihsel çalışmalara nasıl engel olduğunu açıklamayı tercih ettiler. Kırk yıla yakın süredir bu alanda çalışmalarımı yoğun olarak bugüne taşıdım. Bu süre içinde Sumerlilerden Akadlılara, Hititlerden Urartululara, Asurlulardan Aramilere, İbranilerden Araplara, Romalılardan Bizanslılara, Selçukilerden Osmanlıya dek birçok halkın ya da devletin tarihleriyle ilgili kaynakları inceledim. İl ve ilçe tarihleri, bölgesel ya da yöresel tarihler, seyahat nameler, vakayinameler; arkeoloji, tarih, tarihi coğrafya sözlükleri; yurt içi ve yurt dışında Anadolu’yla ilgili yapılan toponomi çalışmalarına ilişkin kaynaklar, yerli ve yabancı ansiklopedilerin ilgili maddeleri; Yunan, Latin ve Arap harfli haritalar; bir kısım yer adları üzerine yerinde gözlemlerim, incelediğim ve irdelediğim bazı yerlerdeki canlı kaynaklar; etimoloji sözlükleri, Yakın Doğu ve Orta Asya Dillerinin eski ve yeni sözlük ve gramer kaynakları; uluslararası arkeoloji sempozyumlarının, tarih ve dil kurumlarının, üniversite ve enstitülerin yayınları; Doğu bilimcilerin Küçük Asya’ya dair kitapları, çeşitli dergi ve kitaplardaki konuyla ilgili makaleler; mitoloji, arkeoloji ve dinler tarihine dair kaynaklar, evrensel dinlerin kutsal saydıkları kitaplar, farklı halkların tarihlerine ilişkin yazılanlar çalışmam süresince temel materyalleri oluşturdu.
Hiç şüphe yok ki, her çalışmada olduğu gibi özellikle tarihsel boyutlu etimolojik ve toponomik araştırma, inceleme, irdeleme ve çözümlemelerde de yanılma payları olmaktadır. Gelecekteki araştırmacılar için bir kılavuz olmasını tasarladığım bu kitaptaki bilgilerin, reel olarak takviye edilmesi, ancak bundan sonraki uğraşıların çok boyutlu olmasına, yeni yeni belge ve bulguların gün ışığına çıkarılmasına bağlıdır. Bu açıdan, eleştirilerin olgun bir üslupla belirlenerek Anadolu’ya ilişkin yer adları çalışmalarının daha da geliştirilmesinden kıvanç duyacağım. Bununla birlikte yer adları üzerine yapılmış olan bu çalışma derlemeye dayalı değildir. Farklı kaynaklı bilgiler yan yana getirilip oluşturulmadı. Her madde yazılırken uzunca süreler güvenilir sonuçlara ulaşılması için çaba harcandı; birçok kez yazılan maddeler iptal edildi. Ancak, yıllar süren bu çalışmalarıma bir sınır getirme gerekliliği belirince, önceleri evrensel ölçekte hazırlamaya çabaladığım bu çözümlemeleri, üzerinde yaşadığımız ülkeyle sınırlamayı uygun gördüm. Doğal olarak, bilimsel objektiviteye bağlı her araştırmacının yaptığı üzere, ulu orta yargılardan kaçındım ve çalışmanın boyutlarını öylesine yargılarla büyütmedim. Hangi uyruktan olursa olsun, bilimsel metodolojiyi rehber edinenlerin kendilerini ve kendi ulusal kültürlerini dünyanın merkezi görme zaaf ve kompleksinden kurtulmadıkça, geçen yüzyılın ürünü olan romantik “milliyetçi” tutkulardan sıyrılmadıkça akılcı genel geçer ve gerçeklere dayalı bilimsel çözümler üretmekten uzak kalacaklardır. O nedenle, bu araştırmanın objektif temellere dayalı olmasına – imkânlar ölçüsünce – özen gösterdim.
BİLAL AKSOY
Ankara, Aralık 2016
Sual eylen bizden evvel gelene
Kim var imiş biz burada yok iken”
Karacaoğlan
GİRİŞ
Elinizdeki kitap, binlerce yıllık insanlık tarihinin ülkemiz topraklarındaki kültürel birikimleriyle ilgili izlerini taşımaktadır. Söz konusu birikimlerin günümüze dek olanca ölçüde intikal ettiğini söylemek güç olsa gerektir. Çoğunlukla savaşlarda karşıt güçlerin birbirlerinin kültürel yaratılarına zarar verdikleri bilinen bir gerçektir. Bunun yanı sıra doğal afetlerin yol açtığı yıkım ve kayıpların da kültürel intikalleri büyük ölçüde engellediğinin farkındayım. Böyle olmakla birlikte, bizden önceki uygarlıkların kültür miraslarını olabildiğince gün ışığına çıkarmak boynumuzun borcu sayılmalıdır. Bu bağlamda, tarihsel çalışmaların en önemli dayanaklarından biri de yer adları araştırmalarıdır. Yer adları bilimi, insanlık tarihi boyunca halkların yaşadıkları yerlere verdikleri adları açıklamayı konu edinmektedir. Bu yönüyle, insanoğlunun bugüne dek yarattığı değerler anlaşılır kılınabilmektedir. Mazideki halkların nerelerde yaşadıkları, ne tür faaliyetler içinde bulundukları belirlenecektir. Bu açıdan, yer adlarını silmek, değiştirmek tarihsel çabalara olabildiğince engel oluşturmaktadır. Pek tabii ki, bir tarihçinin bu durumu içine sindirmesi beklenemez. Baskıcı toplumlarda kent meydan, cadde ve sokaklar genellikle aynı kişi ya da kişilerin adlarını taşımaktadır. Bu tür uygulamalar dahi o toplumlarda demokrasinin ne denli içselleştirilmediğinin göstergesi sayılmaktadır.
Yer adlarını irdelemek için başlıca etimolojilerden yararlanılmaktadır. Yunanca étymo(n) (kök) ve logos (bilgi) sözcüklerinden oluşan etimoloji, bir sözcüğün biçimsel yapısı ile içeriği arasındaki ilişkiyi, incelenen sözcüğün köklerine inerek karşılığını belirlemeye yönelik bilgi dalıdır. Etimoloji başlıca ikiye ayrılır: İlki bilimsel etimolojidir; buna akademik etimoloji de denilebilir. İkincisi halk etimolojisidir ki, buna da popüler etimoloji denilmektedir. Bilimsel etimoloji, bir sözcüğün biçimsel yapısı ile içeriği arasındaki ilişkiyi olabildiğince kök sözcüklere indirgeyerek; belge, bulgu ve kanıtlara dayalı olarak açıklama yapmayı gaye edinmektedir. Popüler etimolojilerde ise herhangi bir sözcük ya da yer adı, o halkın kendi dilindeki yakın fonemli bir sözcükle karşılanmaktadır. Popüler etimolojilerin sonuçları bu nedenle güvenilir değildir. 1852 yılında “Über deutsche Volksetymologie” adlı çalışmasını yayımlayan Alman tarihçi ve dil bilimci Ernst Wilhelm Förstemann (1822-1906), ilk kez halk etimolojisi deyimini kullanmıştır. Buna karşın, etimoloji çalışmaları tarihin gerilerine gitmektedir. Bu bağlamda, sözcüklerin kökenini inceleyen bilim dalıyla (etymologia) ilk ilgilenen kimse İlk Çağ yazarlarından Varro’dur. İtalyan yazar Marcus Terentius Varro (İÖ.116-İÖ.27), dil bilimi alanındaki eserinin 2. 3. ve 4. kitaplarını etimolojiye ayırıp incelemesine rağmen bu kitaplar kayıp durumdadır. İlk Çağın bir başka İtalyan yazarı filozof, şair ve devlet adamı olan Marcus Tullius Cicero (İÖ.106-İÖ.43) etimoloji alanındaki çalışmalarına notatio adını vermişti. Latincede bu sözcük, işaret, simge, nota ve etimoloji demektir. Ünlü Yunan filozofu Aristoteles (İÖ.384-İÖ.322), aynı yöndeki uğraşılarına symbolon demiştir. Symbolon, günümüz Yunancasıyla symbolo (sembol, simge) diye de bilinmektedir. Bununla birlikte Aristoteles’in ve Cicero’nun etimolojiye benzer çalışmaları bugünkü etimoloji alanıyla bire bir örtüşmemektedir. Bu açıdan etimoloji karşılığında Çiçero tarafından ilk kez veriloquium terimi kullanılıyordu. Veriloquium bir tür ‘doğru sözü bulma sanatı’ olarak belirtilebilir. Kimileri de bu alana originatio demeyi uygun bulmuşlardır. Bu terim de bir şeyin kökenini dile getirmektedir. Romalı hatip Marcus Fabius Quintilianus (İS. I.yy.) bu seçenekleri göz önünde bulundurmakla birlikte Yunancadan alınan etymologia terimini kullanmayı tercih etmiş ve bu terim günümüze kadar gelmiştir. M. F. Quintilianus; yerlerin, kentlerin ve kavimlerin adlarının kökenini irdelerken engin bir bilgi düzeyine sahip olmak gerekliliğini vurgulamaktadır. Ancak bu takdirde bu alandaki çalışmaların verimli olacağını açıklamaktadır.
Yer adlarıyla ilgili çözümlemeler yapan bilgi dalına toponomi denilmektedir. Yunanca topos (yer) ve onoma (ad/isim) sözcüklerinden oluşup Fransızca toponymie şeklinde yer almıştır. Aynı bilgi dalı Almanca toponomastik terimiyle karşılanmaktadır. Bu arada makrotoponomastik terimi de yakın zamanlarda Almanya’da telaffuz edilmeye başlandı. Bununla birlikte, Almanca mikrotoponomastik terimi de söz konusudur. Bu terim, yerleşim yeri olmamakla birlikte; yayla, tarla, kaynak, çayır, bataklık gibi yerlerin adlarını konu edinmektedir. Bir grup Avrupa ülkesinde ve Amerika’da toponomi de kendi arasında alt bilgi dallarına ayrılmıştır. Söz gelimi akarsu ya da durgun su adlarını inceleyen bilgi dalına hidronomi; dağ, tepe, bayır gibi yerleri inceleyen bilgi dalına ise oronomi denilmektedir. Ayrıca toponomiye destek sağlayan onomastik (adbilim) ve antroponomi (kişi ad ve soyadları bilimi) de yer adları çalışmalarında önem taşımaktadır. Şüphesiz toponomi (yer adları bilimi), topoğrafya (yer şekilleri bilimi) ile ilişkilidir. Çünkü insanlar ya da insan toplulukları yaşadıkları yerlerin, yörelerin; tepelik, dağlık, göllük, yeşillik, düzlük, taşlık gibi özelliklerini daha çok göz önünde tutmuşlar; genellikle bu özelliklere göre yerleştikleri yerlere ad vermeyi uygun görmüşlerdir. Tarihsel coğrafya da toponomiye destek sağlamaktadır. Öyle ki birçok ülkenin fiziksel yapısında tarih boyunca kayda değer değişimlerin olduğu, söz gelimi bazı kıyı kentlerinin sonraları kıyı gerilerinde kaldığı, birtakım kıyısal olmayan kentlerin de zamanla kıyı kenti durumuna geldiği belirlenmektedir. Bu gibi değişimler göz önüne alınmadan söz konusu yerlerin adları gün ışığına kavuşturulamaz. Öte yanda yukarıda da açıkladığım üzere, toponomiyi etimoloji ile ilişkili görmeliyiz. Yer adlarının açıklığa kavuşturulma süreçlerinde hiç şüphesiz onların anlamsal ve dilsel kökenlerinin de bilinmesi gerekmektedir. Bu açıdan etimolojik temellendirmelere her zaman gereksinim vardır. Bugün büyük kentlerimizin ve kasabalarımızın adlarını irdelediğimizde, büyük bir çoğunluğun tarihin çok gerilerine dayandığını belirlemekteyiz. Bu gibi yerlerde gelen geçen halklar vardıkları yerlerin adlarını kimi zaman tümden değiştirmek yerine, kendi dilleriyle uyumlulaştırmak için fonetik açıdan benzeri adlarla ifade etmişlerdir. Bu türden uygulamalar bile, tarihsel izlerin bir ölçüde de olsa karmaşık hale gelmesine yol açmaktadır. Tarihçinin işi bu noktada güçleşmektedir. Bir yer adının ilk biçimini ve demek olduğunu belirlemek için; ilgili yerin tarihi, coğrafyası, topografyası ve o yerde yaşayan halkların dilleri, kültürleri öncelikle incelenmelidir. Böyle bir yönelimle ancak yer adlarının ilk ve son şekilleri belirlenmiş olur. Bu bağlamda, usanmaksızın ilmik ilmik örercesine yıllar süren bir uğraşının insanı belki de hiç ummadığı bir noktaya getirdiği fark edilir.
Kültürel dokular insanlığın yüz akıdır. Alın teri ve göz nuru ile oluşturulan birikimler, yaratılan eserler bizim değil diye silip atamayız. Kaldı ki, bizim olmak ya da olmamanın ölçütleri de tartışılabilir. Bence ayak bastığımız topraklarda bizimle aynı kültürden olsun ya da olmasın, her değer taşıyan eser bizimdir. Biz, onunla biz olduğumuzun bilincine erişmişiz. Varlığımızı, kültürel değerlerimizi başka gezegenlerden inmiş gibi değerlendiremeyiz. O nedenle, ulusal dar görüşlü bakış açılarının bizi yaşadığımız dünyadan dışlamaktan öteye bir yararı olmayacaktır. Başka kültürlerle paylaşacağımız çok şeyler vardır. Yeter ki, toplumsal uzlaşımlar temelinde yerimizi ve yöremizi algılamaya, üzerindeki sisleri dağıtmaya çabalayalım.
Bu topraklar üzerinde bilinçsizce birçok kez büyük bir telaşla yer adları değiştirildi. Yine bu topraklar üzerinde zamanla bizden ayrı ve gayrı gibi algılanan başka etnik ve dinsel topluluklar yaşıyor diye kimi dönemlerde onların tarihlerine, kültürel eserlerine ilgisiz kalındı. Bir kısım yerlerde kiliseler, manastırlar, medreseler ve sair tapınak ve türbeler yıkılmaya terk edildi. Antik tapınaklar viran oldu. Kaleler tahrip oldu, bazı eski uygarlıkların tarihlerine ilişkin kanıtlar ivedilikle hasıraltı edilmeye çalışıldı. Birtakım fanatik güdülerin de etkisiyle daha önceleri mensubu oldukları kültürler ve uygarlıklar yok sayıldı. Bu bağlamda yer adları da ivedilikle değiştirildi. Bu coğrafyada on binlerce köy, mezra, kasaba, şehir ve sair mevki ya da mekân adları değiştirildi. Yapılan bu değişiklikler halka sorulmaksızın gerçekleştirildi. Bu ülkenin binlerce yıllık tarihsel mirasları sahiplenilmedi. Eski inançlara ait tapınma mekânlarının tümüne yakını yeni inanç mekânlarına dönüştürüldü. Bu uygulamaları tenkit eden yazarlar da pek görülmedi. Bir ülkenin en önemli tarihsel mirası olan yer adları, o ülkede yaşamış ve yaşamakta olan uygarlıkların göstergesidir. Bu bakımdan, yer adlarını değiştirmekle kültürel açıdan bir kazanım elde edilemez. Aksine, çok hem de çok büyük kayıplar ve ayıplar söz konusu olur. Kaldı ki, bu toprakların kültürel konumu irdelenmeden, incelenmeden üzerinde dengeli politikalar üretilmesinin imkânı da olamaz. Bir ülkeyi yönetmeye aday olanların doğru politikalar üretmelerinin yolu bulundukları coğrafyanın tarihini tutarlı ve objektif olarak algılamaktan geçmektedir. Doğru bilgiler doğru duyumlardan ve yönelimlerden, objektif incelemelerden kaynaklanmaktadır. O nedenle, bu türden araştırma yapanların da olay ve olgulara yaklaşımlarında tek boyutlu olmamaları gerektiğini savunuyorum. Objektivizm araştırıcının başlıca kılavuzu olmalıdır. Ön yargılardan uzak, tutucu ve geleneksel tuzaklardan öte sağlıklı ve güvenilir değerlendirmelerin yapılması gerektiğine inanıyorum.
Üzerinde yaşadığımız ülke, tarih boyunca farklı adlar alarak bugüne taşınmıştır. Günümüzde halkın yaygın olarak kullandığı Anadolu adıdır. Anadolu adı, Yunanca anatoli (Güneşin ve Ayın doğması; Doğu, Şark; tanyeri, şafak) sözcüğünden kaynaklanmaktadır. Yunanca Anatolia, Anadolu ülkesini belirtiyordu. Bu ülkede Türkçe konuşan topluluklar az bir değişiklikle Anatolia’yı Anadolu şeklinde ifade etmeye başladılar. Bu bağlamda, Yunanlılar Apo Anatoli (Uzakdoğu), Egis Anatoli (Yakındoğu) ve Mesi Anatoli (Ortadoğu) adlarını da telaffuz etmişlerdir. Bu adlandırmalara bakacak olursak, Yunanlılar tüm Doğu’yu Anatoli diye belirtmişlerdir. Doğu Roma İmparatorluğu zamanında, imparatorluğun Asya kıtasında kalan kısmı, Konstantin VII. Porphyrogenetos (913-959) tarafından on dört idari bölgeye (thema) ayrılmıştı. Bunlardan biri de Thema Anatolika (Anadolu Bölgesi) idi. Yunanca thema sözcüğü ‘konu, mesele’ demek iken, Doğu Romalılarda ‘tımar arazisi’ karşılığında da dile getirilmiştir. Bu bölge, Batıda Eskişehir, Güneyde Toros Dağları’nın Batı kesimi ile Konya’ya dek uzanıyordu. Zamanla bu yer adı, kısaca Anatolia olarak telaffuz edilirken Osmanlının son döneminde Anadolu şeklinde vurgulanmıştır. Bir süre sonra yalnızca başlangıçtaki küçük bölgenin adı değil Sinop ile İskenderun’u birleştiren düzlemin Batısını ifade etmiştir. Tarihsel süreç içinde Anadolu adı verilen alan giderek genişletilmiş, tüm Küçük Asya yarımadasını belirtmiştir. 6-21 Haziran 1941’de Ankara’da yapılan Birinci Coğrafya Kongresi’nde Anadolu sahası daha da genişletilmiş, Doğu Trakya da bu kapsam içine alınmıştır. Bu kongrede Anadolu toprakları 7 ayrı ana coğrafi bölgeye ve 21 coğrafi bölüme ayrılmıştır. Tarih boyunca, Anadolu adının kapsama alanı değişerek bugüne gelmiştir. Buna mukabil, Anadolu’ya Güneydoğudan komşu olan Mezopotamya ise iki ana bölgeye ayrılmaktadır. Bu bölgelerden Yukarı Mezopotamya Bağdat’ı da içine alan kuzey kesimini, El Hilla kentinden Basra Körfezi’ne dek olan kesimini de Aşağı Mezopotamya oluşturuyordu. Yunanca meso (orta, ara) ve potamos (nehir, ırmak) sözcüklerine yer bildiren –ia ekinin getirilmesiyle oluşan Mezopotamya (<Mesopotamia) adı ‘iki nehir arası’ demektir. Söz konusu edilen akarsular Fırat ve Dicle nehirleridir.
Yer adları üzerine yapılan çalışmalarda gözden ırak tutulmaması gereken bir yanılma payı da adaş yerlerin farklı ülkelerde bulunmasından kaynaklanmaktadır. ABD’de coğrafik olarak 12 Paris, 10 Varşova ve 8 Moskova adıyla karşılaşılmaktadır. Söz gelimi Küba’nın başkenti olan Havana’ya karşılık Urfa’nın Birecik ilçesine bağlı Havana köyü, Fransa’nın başkenti Paris’e karşılık Siirt’in Eruh ilçesinin Paris (r.a. Üzümlük) köyü, Irak’ın başkenti Bağdat’a karşılık Ardahan merkeze bağlı Bağdat (r.a. Ovapınar) köyü, İlk Çağda Mezopotamya’daki Babil kentine karşılık Şırnak’ın Cizre ilçesine bağlı Babil (r.a. Kebeli) köyü, Kanada’daki Kars kasabasına karşılık Anadolu’nun doğusundaki Kars kenti, Polonya’nın Danzig (Gdansk) kenti ve Danzig körfezine karşılık Tunceli’nin Pülümür ilçesine bağlı Danzig (r.a. Dereboyu) köyü, Yunanistan’da Mora Yarımadası’nın kuzeydoğusundaki Egin körfezi ve Egina yer adına karşılık Erzincan’ın Eğin (r.a. Kemaliye) ilçesi, Yugoslavya’da Hersek bölgesinin adına karşılık Kocaeli’nin Karamürsel ilçesine bağlı Hersek köyü bulunmaktadır. Bu yer adlarından Babil, Bağdad ve Hersek’in içerik olarak aynı karşılıkta olduklarını söyleyebiliriz. Oysa diğer adların aynı içerikte olmadıkları, farklı dillerde farklı karşılıklarda olmakla birlikte aynı foneme haiz oldukları anlaşılmaktadır. Bu arada, kimi zaman yanlış yazılışlar olabilmektedir. Örneğin Osmanlının XIX. yüzyıldaki idari taksimatında “Eyalet-i Kürdistan” başlığı altında “Liva-ı Mardin”e bağlı “Amerkân” kazasının adı belirtilmektedir. Bu yer adıyla Amerika adı arasında bir ilişkinin olmadığı açıktır. Çünkü bu son yer adının aslının bugünkü Ömerli olduğu bu adın da burada bulunan Omeriyan adlı aşiretten kaynaklandığı anlaşılıyor. Öyle anlaşılıyor ki Omeriyan adı kimi zaman Omerikan ve buradan da sehven Amerkân şeklinde yazılmış olmalıdır. Öyle ki bu olgu farklı dillerdeki sözcüklerde görülmektedir. Söz gelimi Türkçe uslu sözcüğü ‘akıllı, uysal’ karşılığındadır; oysa Sırpça uslu sözcüğü ‘koca eşek’ demektir. Kimi yer adlarında ise, aynı içerik olmakla birlikte çok az bir fonetik değişiklik görülmektedir. Anadolu’daki İskenderun’a karşılık Mısır’daki İskenderiye, Yunanistan’daki Sparta’ya karşılık Anadolu’daki Isparta, Rusya’nın Sıvastopol kentine karşılık Anadolu’daki Sivas kentleri birer örnek oluşturmaktadır. Anadolu’da kimi yer adları da ya yanlış telaffuz edilmiş ya da sehven kayıtlara yanlış yazılmıştır. Örneğin Giresun’un Piraziz ilçesinin eski adı kimi kaynaklarda Aptal olarak belirtilmektedir. Oysa Pir Aziz’in bir zamanki adının Abdal olması nedeniyle Abdal adı Aptal şeklinde aktarılmıştır. Bu ve benzeri örnekler de göstermektedir ki, yer adları alanındaki çalışmalar daha çok sabır, dikkat ve özen gerektiren uğraşlardır. Bu alanda çalışma yapacakların yanılgı paylarını azaltmaları için bu kurala mutlak uymaları gerekmektedir.
Yer Adları konusunda dikkat gerektiren bir diğer yön de araştırma alanındaki yerleşim yerlerinin hangi tarihsel dönemlerde kurulduğudur. Bazı kaynaklara göre, kentler ilk kez Orta Doğu ve yakın çevresindeki bölgelerde kurulmuştur. Buralardaki büyük akarsulara yakın yerlerde kurulan ilk kentlerin varlığı bilinmektedir. Kentlerden önceleri mağaralar yerleşim yerleri olarak kullanılıyordu. Anadolu’da bilinen en eski yerleşimler – bugünkü bulgular çerçevesinde – Antalya yöresindeki Belbaşı, Beldibi ve Karain mağaralarında olmuştur. Bunlara Antakya’nın güneybatısındaki Samandağ Mağaraları’nı da eklemek gerekmektedir. Adı geçen yerleşmeler, Mezolitik ve Paleolitik döneme kadar inmektedir. Bu dönemlerdeki mağara yerleşimlerine karşılık, Neolitik dönemde de kent yerleşimleri başlamıştır. Ülkemizdeki ilk kent yerleşimlerine ilişkin İngiliz arkeolog James Melaart (1925-2012)’ın Çumra yakınındaki Çatalhöyük’te yaptığı kazılar sonucu, bu yerleşmenin İÖ. 6800 yılına indiği belirlenmektedir. Burası bitişik evli fakat bağımsız duvarlı bir yerleşim yeridir. Diğer bir yerleşim de Burdur’un 35 km güneydoğusundaki Hacılar köyüdür. Burada dikdörtgen planlı ve tahta payandalı evler İÖ. 6700-6400 yıllarında inşa edilmiştir. Eski Tunç Çağının kentleri, yazılı tarih öncesinin en gelişmiş kentleriydi. Bunların başlıcaları İÖ. 3000 yılına tekabül eden Alacahöyük, Alişar, Truva, Gözlükule denilen yerlerdeki kent kalıntılarıdır. Bu Hitit kentlerine karşılık, Urartulular dönemindeki kentlere tipik örnek Tuşpa (Van) kentidir. Tüm Urartu kentlerinde olduğu gibi bu kent de iki kısımdan oluşmaktadır. Urartu kentleri ‘ızgara planlı’ ya da ‘Hippodomos tarzı’ kentlerdi ki, bu kentler Batı Anadolu’da ancak, İÖ. V. yüzyıldan sonra görülmeye başlanmıştır. Buradan da şu sonucu çıkarıyoruz ki, Urartu kentleri modern kentçiliğin simgeleri olarak Batı Anadolu başta olmak üzere birçok bölgeden çok ileri düzeydeydi. Sonraları Firiglerin Gordion kentleri başta olmak üzere kurdukları kentler ve Lidyalıların Sardes kenti (Gediz yakınlarında) ünlü kentler arasında sayılmaktadır. Klasik Çağda Batı Anadolu’nun kuzeyindeki Aiol’lerin Orta kesimdeki İon’ların ve güneyindeki Dor’ların kent kurdukları belirlenmektedir. Bu dönemde Millet, Priene, Herakleia gibi kentler ünlüydü. Yunanca Polis adıyla bilinen kentler, İÖ. 700 yılına doğru Ege Denizi kıyılarında belirmeye başladı. Yunanlıların polis adlı kentlerini Romalıların civitas adlı kentleri izledi. Polis son ekli yerleşim yeri adları Rumlarca poli, boli ve bolu şekillerinde dile getirilmiştir. Söz gelimi Bolu kentimizin adı Kladiopolis adının kısaca Poli (şehir) ve buradan da Bolu şekline dönüştürülerek telaffuz edilmesinden kaynaklanmaktadır. Bizans, Selçuklu ve Osmanlıda kentler daha önceden kurulan kentlerin birer devamı olarak bilinmektedir. Eski Yunanlılar şehirlere polis derken bu dilde çokluğu, nüfusu, kalabalık oluşu belirten poli kök sözcüğüne dayanmış oldukları kanısındayım. Bu bağlamda, poliklinik terimindeki poli ön eki çokluk bildirmektedir. Öte yanda İlk Çağda Yunanlılar şehirler için polis sözcüğünün yanı sıra çok yaygın olmamakla birlikte asti sözcüğünü de kullanıyorlardı. Polis, kentin yönetsel ve toplumsal özelliğine göre, asti ise kentin alan ve mimari özelliklerine istinaden biliniyordu: Kirmasti adında olduğu üzere. İranlıların şehr (>şehir), Soğdların kent, Hintlilerin kant ya da pur adlandırmaları da yaygın olarak şehir adlarında belirtilmiştir. Selçukluların ve Osmanlıların kurdukları iddia edilen kentlerin daha önceleri küçük yerleşim yerleri olarak varlıkları biliniyordu. Bu bağlamda, XVIII. yüzyılda Yozgat ve Nevşehir kentleri düzenlendiler. Evliya Çelebi’nin XVII. yüzyılda Ada Nahiyesi dediği bugünkü Adapazarı, 1899 yılında Haydarpaşa-Ankara demiryolunun bir bağlantısının bu yerden geçmesiyle kentleşme sürecine girmiştir. XIX. yüzyılın tipik kentleşmelerine bir örnek de Adana’nın Ceyhan ilçesidir. Bu yerleşim yeri XX. yüzyılın ortalarına doğru küçük bir köydü ve Yarsuvat adını taşıyordu. Yine bu yüzyılda Rumeli ve Kafkasya’dan göçmenler buraya yerleştirildi. Önceleri Örfiye, sonra Hamidiye adı verildi. Cumhuriyet döneminde buradan geçen Ceyhan Irmağı’ndan dolayı Ceyhan adıyla değiştirildi.
Tarih boyunca verilen yer adları, genellikle o yerin topoğrafik yapısıyla ilişkilidir. Tepe, yamaç, kıyı, bayır, yayla, tarla, çukur, vadi, ova, düzlük, geçit, boğaz, yol, dere, kaya, dağ, göl, gölet, uçurum, bozkır, kıraç gibi özelliklere göre ad vermeler baskın olmuştur. Kimi zaman da bir yerin başka türden özelliklerine göre de adlar verilmiştir. Söz gelimi, tapınak, türbe, anıt mezar, kutsal mekân gibi yapılara dayanılarak adlandırmalar olmuştur. Ayrıca ünlü kişilere izafeten de yer adlarının verildiği görülmektedir. Büyük İskender’in adını taşıyan 18 kent bulunmaktadır: Aleksanderia, İskenderiye, İskenderun vbg. İmparator Heraklit’in adını taşıyan birden çok kent adıyla karşılaşmaktayız. Heraklit adına dayalı Herakleia adlı kentlerin zamanla ülkemizde yaygın olarak Erikli, Ereğli gibi şekillere dönüştüğünü fark etmekteyiz. Bu cümleden olarak, Kayseri Kayser’in, Ermenek Germanikus’un, Edirne Hadrianus’un, Antalya Attalos’un, Alanya (Alaiyye) Alaaddin-i Keykubad’ın, Elaziz Sultan Abdülaziz’in adlarını taşımaktadır. Bunlara ek olarak, kimi yer adları da o yerin toplumsal, dinsel ve benzeri işlevleriyle ilişkilidir. Örneğin birçok yerin pazar son ekini alışı o yerin bir pazar yeri oluşunu belirtmektedir. Osmanlılar kendinden önceki bir kısım Müslüman devletlerde olduğu üzere bac vergisini alıyordu. Bu vergi, bir tür ticaret ve gümrük vergisi idi. Kürtler Orta Doğu’da birçok ülkenin pazarlarında söz sahibi olarak görev yapmaktadır. Onların ‘şehir’ karşılığında bacar/bajar sözcüklerini kullanmaları kentlerin birer Pazar yerleri oluşlarına dayandırılmıştır. Farsça bazar, Eski Kuzeybatı İranî Dillerdeki vacar ve vazar şekillerinden dönüşmüş olabilir. Bununla birlikte Sivas adı, o yerin İlk Çağda Hristiyanlığın kutsal (sebastos) mekânı oluşunu ifade etmektedir. Kimi kent adları da İlk Çağ tanrılarının adlarını taşımaktadır. Bu açıdan Niğde adı Anahita (Nahita>Nagida>Niğde) tanrısının adından kaynaklanmıştır. Kars yakınlarındaki eski Ani kentinin adı da aynı tanrıçaya izafe edilmiştir. Bunların dışında bir bölüm yer adları da hayvanların adlarını taşımaktadır: Ceylanpınar, Keklikpınar, Kartaltepe, Şahintepe, Aslanyurdu gibi. Özellikle tarihi hayvan cılıkla geçmiş olan toplulukların yer adları verirken hayvan adlarını da tercih ettikleri belirlenmektedir. Anadolu Türkmenlerinde koç, koyun, teke, dana, it, manda, kartal, keklik, şahin, ceylan, deve/lök, at, tilki ve kuş ile yapılan yer adlarının fazla oluşu görülmektedir. Ayrıca bir kısım bitki adlarının yer adı olarak karşımıza çıktığını fark etmekteyiz: Dutluk, Çınarlı, Çiçekli, Dişbudak, Söğütlü, Kamışlı, Meşelik, Laleli, Çamlık, Armutalan, Pirinçlik, Çeltik, Kızılcık gibi. Yer adlarından renklere dayalı olanlar da kayda değer bir çokluk oluşturmaktadır: Karadağ, Aktepe, Akyurt, Akpınar, Akçakale, Kızıltepe, Kızılkale, Kızılbahçe, Yeşildere, Yeşilova, Yeşilyurt, Bozalan, Boztepe, Sarıçiçek… Böylece yer adlarını bir sınıflandırmaya tabi tutabiliriz. I. Topoğrafik yapıya bağlı yer adları: Çukurca, Kıyıdüzü, Tepeköy, Belen, Geçitli, Ovaköy, Dereboyu, Dereköy, Kayabükü, Gölyaka, Belkaya, Kayadibi … II. Kişi adlarına dayalı yer adları: Ereğli, İskenderun, Antalya, Ermenek, Edirne, Babaeski, Saltukova, Battalgazi … III. Hayvan adlarına dayalı yer adları: Tekeli, Koçtepe, Keklikpınarı, Şahintepe, Koyunlu… IV. Renklere dayalı yer adları: Yeşilyurt, Bozova, Akbayır, Boztepe, Karatepe, Karadağ… V. Bitki adlarına dayalı yer adları: a- Meyve adlarıyla ilgili yer adları: Kırkdut, Çilekli Armutlu, Fındıklı… b-Sebze adlarıyla ilgili olanlar: Nanepınarı, Soğanköy, Sarmısaklı… c-Meyvesiz ağaçlarla ilgili olanlar: Akkavak, Çınarlı, Söğüt, Gürgentepe, Çamlık… d-Tahıl adlarıyla ilişkili olanlar : Arpaköy, Pirinçlik, Çeltikli, Darıdere, Darıbükü… e-Süs bitkileriyle ilişkili olanlar: Laleli, Karanfilköy, Güllüce, Gülbahçe… VI. Dinsel işleve haiz yer adları: Karakilise, Venk, Çaycami, Manastırköy, Ayazma… VII. Sayılara dayalı yer adları: Yekmal, İkitepe, Üçkuyular, Dörtyol, Beşevler, Altıyol, Yedigöl, Dokuztepe, Seksenören, Onevler, Yüzev, Kırkpınar… VIII. Mesleklerle ilişkili yer adları: Ayrancı, Demirci, Sütçüler, Sürücüler…
Yer adlarının kökenini ve tarihsel değişimini belirlemeye çalışırken, tarihte birçok kent, kasaba ve köylerin yer değiştirdiğini göz önünde bulundurmak gereklidir. Söz gelimi, 26/27 Aralık 1939’da şiddetli bir depremle kentin tümüne yakını tahrip olan Erzincan, önceleri demiryolunun güneyinde kuruluydu. Deprem sonrası demiryolunun kuzeyinden itibaren ova içlerine yayılmaya başladı. Aynı depremde ve sonraki 1942 ve 1943 depremlerinde yıkılan ve Kelkit Vadisi’nde yer alan Erbaa, depremlerden sonra 3 km güneyindeki Ardıçlık’ta tekrar kuruldu. Bingöl, önceleri vadi tabanında kurulu iken buranın yerleşime çıkardığı sorunlar nedeniyle, 1960’lı yıllarda Çapakçur Vadisi’nin dışındaki düzlüklere taşınmaya başladı. Gediz ilçe merkezi 28 Mart 1970 tarihindeki depremden sonra 7 km kadar güneyde varlığını devam ettirerek gelişme gösterdi. Elbistan, 1114 yılında meydana gelen büyük bir depremden sonra, bugünkü yerinde kurulmaya başlamıştır. Bu tarihten önce, şimdilerde Karaelbistan denilen ve bugünkü yerinin 5 km kadar batısında yer alıyordu. Bu ve benzeri örnekler, yerleşim yerlerinin adlarını çözümlerken ilk kuruldukları yer ve zamanı dikkate almamızı gerektirmektedir.
Ülkemizde ilk kurulan kentler genel olarak önceleri yüksek yerlerde, tepelerde kurulmuşken, sonraları düzlük ve ovalık yerlere yayılmıştır. Fakat bu yayılma da çok sürmemiş, Orta Çağda Küçük Asya’da isyan, istila, yönetsel huzursuzluk ve doğal afetler nedeniyle tekrar dağlık ve tepelik alanlara taşınmaya başlanılmıştır. Kısacası mevcut ortam bozuldukça dağlara, ortam düzeldikçe de düz alanlara taşınmalar olmuştur. Bununla birlikte kısmen düz alanlarda kurulan pek az kent, kendini korumak için surlara gereksinim duymuştur: Diyarbakır ve İstanbul örneklerinde olduğu gibi.
8 Kasım 2016 itibarıyla İçişleri Bakanlığı verilerine göre, 81 il, 919 ilçe, 18334 köy, 26038 bağlı yerleşim yeri, 32031 mahalle bulunmaktadır. Yeni kurulan mahallelere yeni adlar verilirken eski mahalle adlarında da kısmen değişimler yapılmıştır. Tüm bu yer adları genel ve büyük ölçekte değiştirilmiştir. XIX. yüzyılın ortalarından itibaren Osmanlının bürokrat kadroları tarafından Burhaniye, Aziziye, Hamidiye, Nazımiye, İhsaniye, Mecidiye, Abidiye gibi adlar verilmeye başlanıyordu. Bu örneklerde olduğu gibi padişahların ya da onların çocuklarının, torunlarının adları bazı yerlere yeni ad olarak veriliyordu. İttihat ve Terakki Cemiyetinin yönetim darbesi sonucu iktidarı ele geçirmesiyle yer adları değişiklikleri hız kazanmaya başladı. Bu yönetimle birlikte, kavmiyetçi bir anlayışla yer adları değiştirildi. Bu cümleden olarak, 30 Nisan 1329 (13 Mayıs 1913) tarihinde ilan edilen İskân-ı Muhacirin Nizamnamesi ile yaygınlaştırılan yer adlarını değiştirmeye yönelik çabalar Enver Paşa’nın 5 Ocak 1915 tarihli askeri kıtalara gönderdiği talimatname ile devlet idaresi altındaki yerleşim yerlerinin (il, ilçe, nahiye, köy, mezra, dağ, nehir adlarının) öncelikle Ermenice, Rumca ve Bulgarca olanlarından Türkçeye çevrilmesi ya da Türkçe adlarla değiştirilmesi buyuruluyordu. Bunun sonucu olarak başta Karadeniz kıyı şeridinde olmak üzere ilk etapta on bini aşkın yer adı değiştirildi. 1914 yılında “İskân-ı Aşair ve Muhacirin Müdüriyeti” kurularak 1916’da adının son kısmı “…Müdüriyet-i Umumisi” şeklinde değiştirilerek Şükrü Kaya genel müdürlük görevine getirildi. Bir kez daha ismi değiştirilen bu kurumun göçmenlerin ve bir kısım göçebe aşiretlerin iskân edilmesiyle görevlendirildiği anlaşılmaktadır. Bu bağlamda, oluşturulan yeni yerleşim yerlerine yeni birtakım adlar veriliyordu. 1926 yılında ise genellikle Doğu Karadeniz Bölgesi’nde yoğun bir yer adları değiştirmeleri gerçekleştirilmiştir. Toplu yer adları değiştirmelerin en kapsamlı olanı 1959’da hazırlanan bir yasaya göre icra edilmiştir. Buna göre, 10 Haziran 1949 gün ve 5442 sayılı İl İdaresi Kanunu’nun 11 Mayıs 1959 gün ve 7267 sayılı kanunla değiştirilen 2.maddesinin D fıkrasında yazılı bulunan “Türkçe olmayan ve iltibasa yer veren köy adları, Alâkadar Vilâyet Daimî Encümeninin mütalaâsı alındıktan sonra en kısa zamanda İçişleri Bakanlığınca değiştirilir” yargısına varılmıştı. Bu yargı gereğince ilk olarak 12.000 köy adı “Yabancı Adları Değiştirme Komisyonu” tarafından değiştirilerek yerine Türkçe olduğu iddia edilen adlar verilmiştir. Bu süreçte on binlerce yer adı değiştirilmiştir. En çok değiştirilen yer adlarının başında başka halkların adını taşıyan yer adlarıdır. Bu bağlamda, yirmiyi aşkın Çerkez ya da Çerkez ön ekli köy adları değiştirilerek bu köylerin adlarındaki Çerkez sözcüğü terk edilmiştir. Ona yakın Gürcü ve Gürcü’lü köy adı değiştirilerek “Gürcü’süz” adlar tercih edilmiştir. Yüzü aşkın Kürt adını taşıyan köy adları değiştirilmiştir. Yine aynı şekilde, yüze yakın Arap adını taşıyan köy adları değiştirilerek Arap sözcüğü de terk edilmiştir. Tıpkı bunlar gibi Acem ön ekli, Hay/Ermeni ve Laz ön ekli yer adları da değiştirilmiştir. Söz gelimi Düzce’ye bağlı Konuralp bucağının Lazyazlık adlı köyü Yazlık şeklinde değiştirilmiştir. Buna karşılık, Türk adının kaldırıldığı yer adıyla da karşılaşmaktayız. Örneğin, Çorum’un Sungurlu ilçesine bağlı Hacılarhanıtürk köyüne Hacılarhanı adı verilmiştir. Bunlarla birlikte, kilise, cami, manastır (venk/vank), sofu ve hacı sözcüğünü taşıyan bir bölüm dinsel kökenli yer adlarında da değişikliğe gidilmiştir. Bu açıdan, Çorum’un Sungurlu ilçesine bağlı Hacılarhanıçerkez köyüne Yenihacılarhanı; Samsun’un Bafra ilçesine bağlı Hacılarkürtleri köyüne Yeşilyazı; Manisa merkeze bağlı Hacılarkarayağcı köyüne Karayağcıhacılar adları verilmiştir.
Tüm bu örneklemeler ışığında şunu söyleyebilirim: Yeni yerleşim yerleri kurulduğunda doğal olarak yeni adlar verilecektir. Oysa verilecek olan yeni yer adları o mevkide yerleşik bulunan halkın görüş ve önerilerine göre, oylama yapılarak tercih edilmelidir. Toplumun iç dengeleri, genel istikrar ve iç barış açısından sağduyulu bir tutumla bu tür uygulamaların üstesinden gelinebilir. Kendimce, yerleşim yerlerine kişilerin adlarından öte, topoğrafik yapıya göre ad verilmesi gerektiği görüşündeyim. Bizden önce bu topraklarda yaşayanlar genellikle yeryüzü şekillerine göre ad verdikleri için onlarla ilgili bilgilere sahibiz. Aynı kişi ya da kişilerin adlarıyla dört bir yanı donatmak o ülkenin toplumsal vizyonu açısından iyi bir intiba bırakmamaktadır. Öyle ki, bir mahalle iki mahalleye bölündüğü halde, her iki mahalle aynı kişinin adlarını taşıyabiliyor. Tarihte yer adlarını aynı kişi ya da kişilere dayandırmak büyük ölçüde kültürel kısırlığa yol açmaktadır. Ord. Prof. Dr. Hilmi Ziya Ülken’in bu konuya ilişkin bakış açısını yansıtmakta yarar görmekteyim: “Mahalli örf ve adetler şehir ve kasabalara bazı adlar verebilir. Bunlarla resmî adlar daima uyuşmaz. Bu ikisi arasında mücadele sürer gider. Bazan örf ve adetlerin verdiği adlar galip gelir.”[1]
Bu çalışmada, genellikle eski yer adları olmak üzere kısmen de yeni yer adları irdelenmiş, karşılıkları belirlenmeye gayret edilmiştir. Hakkında yazılı belge ve bulgu bulunmayan yer adları konusunda olasılıklı ifadeler tercih edilmiş ve bu yönde bir terminoloji kullanılmıştır. Bu kaynağı inceleyenlerin bu durumu anlayışla karşılayacaklarını ümit ederim.
[1] Prof. Dr. Hilmi Ziya Ülken, “Şehir Adları”, 6 Nisan 1953, Yeni Sabah.