Tarih Boyunca Hac Mekânları
Bilal Aksoy
5 Aralık 2018
Hac, bireysel ve toplumsal tapınma ritüellerinden en arkaik olanıdır. Tarih boyunca dünyamızda farklı hac mekânları var olagelmiştir. Bu mekânlar, çok önceleri dağların, yüksek tepelerin ya da kayalıkların üzerinde yer almıştır. Zamanla kayaların üzerine yontulan tanrıça ve tanrı silüetleri başlıca tapınım objelerini oluşturmuştur. Bu tür objelerin bulunduğu yerler, insanoğlu tarafından birer Hac makamı olarak algılanmış ve yılın belirli sürelerinde ziyaretler yapılarak manevi güç takviyesi yapılmaya çalışılmıştır. Bu manevi güç takviyesi de birtakım ritüellerle gerçekleştirilmiştir. Hac’ca giden insanın, aynı zamanda adak adama, kutsal saydığı objenin önünde eğilme ya da yere kapanma, elleriyle “kutsal obje”ye dokunma gibi etkinlikleri vaz geçilmez bir görev olarak uygulanagelmiştir. Bu uygulamaları içeren seremoniler, insanlık tarihi kadar eskidir. Bir objeyi kutsal kabul ederek ona sığınma, günü birlik sorunlarını ona havale ederek çözüm yolları arama eğilimleri günümüze dek intikal etmiştir.
Hac sözcüğü, İbranice hvg (bir şeyin etrafında dönmek, dolanmak) kökünden kaynaklanan hag (kutsal mekân ziyareti, ayin; bayram) sözcüğüyle ilişkilendirilmektedir.1 İbranice Hag Ha-sukkot (çardak bayramı) ifadesi bir bayram türünü belirtmektedir. Ayrıca, İbranilerde Hag Ha-aviv (İlkbahar bayramı), Hag Ha-matzot (Hamursuz bayramı), yanı sıra Hag Ha-asif, Hag Ha-qasîr gibi daha birçok bayramlar bulunmaktadır. Bu bağlamda, hac sözcüğü Tevrat’ta yer almaktadır. Tevrat’ın eski kısmını oluşturan Huruc kitabında “Beni tebcil için yılda üç defa hag âyîni icra edeceksiniz” denilmektedir (XXXIII,14). Aramice ve Süryanice metinlerde karşılaşılan hagga (bir objeyi kutsama) sözcüğü de aynı etimolojik kökene dayan maktadır. Araplardaki g/c dönüşümü nedeniyle hag sözcüğü hac şeklinde telaffuz edilmiştir. Ben, hac sözcüğünün Doğu bilimcilerce öne sürülen İbranice hvg (bir şeyin etrafında dönmek, dolanmak) kökünden geldiği görüşünde değilim. Bence, hac sözcüğü hag (taş) sözcüğünden dönüşmüştür. Eski İbraniler hag sözcüğünü hem taş hem de bayram karşılığında kullanmış olmalıdırlar. Buradan intikalen Araplar hagar (taş) sözcüğünü telaffuz ediyorlardı. Böyle bir tespitte bulunmamın gerekçesinden söz edebilirim. Öncelikle, kutsal mekân diye bilinen en arkaik tapınım makamları, taşların ve kayalıkların olduğu yerlerdi. Zamanla, taşlar ve kayalıklar içinde meteor taşlarının öne çıktığını belirlemekteyim. Ayrıca, en eski zamanlarda hag sözcüğünün Arap coğrafyasında ‘taş’ karşılığında ifade edilmiş olduğu kanısındayım. Zamanla Eski Arapçada bu kök sözcük hagar (taş) şekline bürünmüş olmalıdır. Modern Arapçada g/c dönüşümüne uygun olarak hagar (taş) sözcüğü önceleri hacar (taş) şekliyle ve sonraları hacer (taş) olarak telaffuz edilmiştir. Hacer’ül-esved’in takriben 30 cm. çapında yumurta şeklinde oluşu, yumurta sözcüğünün farklı karşılıklarını akla getirmektedir. İngilizce egg, Kürtçe hêk/hêg, İsveççe ägg, Danimarkaca æg ve Yunanca avgo sözcükleri ‘yumurta’ diye bilinmektedir. Öte yandan, Eski Yunanca hagia (kutsal) sözcüğünün de Orta Doğu’daki hag (taş) ile bağlantılı olduğunu düşünüyorum. Çünkü, tarihte ilk kutsanan taşlar, kaya parçaları, dağlar ve tepelerdir. Balkanlarda karşılaşılan Hagi adının bizdeki Hacı’nın karşılığı olduğu anlaşılmaktadır. Çok önceleri iri kaya parçalarının üzerine eller sürülerek, objedeki kutsiyetin insana da intikal etmesi gaye edinilmiştir. Küçük Asya’nın güneydoğusunda dağlık ve kayalık bir coğrafyaya sahip olan Hakkari ilimizin adındaki hakar ön ekinin ‘taşlık ve kayalık’ oluşu dile getirmiş olduğunu sanıyorum. Bu cümleden olarak bugüne kadar yanlış yazılan ve telaffuz edilen “Hakkâri” yerine düzeltme yapılarak Hakkari denilmesini artık zorunlu görmekteyim. Yerel halk arasında da Hakkari telaffuzunun kullanıldığı belirlenmektedir. 936 yılında bir tarih kitabı yazan Ermeni asıllı Thomas Ardzuruni, Hakkari yöresindeki Agarak kalesinden söz etmektedir.2 Bu kitabın tıpkı basımı M.F. Brosset tarafından 1979 yılında Amsterdam’da “Collection d’Historiens Armeniens”de yayımlanmıştır. Agarak ifadesinin Hagarak şeklinin farklı telaffuzu olduğunu sanıyorum. Tevrat’ın en kısa bölümlerinden biri Haggay adını taşımaktadır. Haggay, bir peygamber olarak tanıtılmaktadır. Haggay adının yukarıdaki hag köküyle somut veriler olmamakla birlikte, bağlantısının olması olasıdır. Fas’ın Rif kentindeki Hacerünesr kalesi hacar al-nasr (=’kartal kayası’) ifadesinden kaynaklanmaktadır. İslam Ansiklopedisi’nin Leyden tabına “Hacerünnesr” maddesini yazan Fransız Doğu bilimci René Basset (1855-1924), Emevilerin burayı ele geçirmesinden sonra adı geçen yerin harabeye döndüğünü belirtmektedir.3
Üllkemizde birden fazla hacer’ül-esved makamları bulunmaktadır. Bunlardan ilki sayılabilecek olan, Eskişehir’in Sivrihisar (Justiniapolis) ilçe merkezinin güneyinde bir zamanlar Pessinus adıyla bilinen Ballıhisar’daki Kibele tapınım mevkisidir. Burada tanrıça Kibele’nin bir idolü bulunmaktadır. Bu idol, gökten indiğine inanılan bir meteorit (kara taş=hacer’ül-esved) taşından ibarettir. Kibele kara taşının Friglerde alabildiğine yaygın bir tapınım mevkisi olduğu belirlenmektedir. Prof. Dr. Albert Bertholet, Kibele’nin kara taşının kutsallık açısından etkiliyeciliğine değinmektedir.4 Buna mukabil, Küçük Asya’da Kibele ve onun inancının yaygın ve etkin bir kült oluşturduğu nakledilmektedir. Prof.Dr. Friedrich Heiler de bu kanıyı paylaşanlardandır.5 Harvard Üniversitesi klasik sanatlar ve arkeoloji profesörü David Gordon Mitten (1935-), Lidyalıların başkenti Sart ören yerinde Kibele’ye ait bir başka mabedi bulmuştu.6
Manisa yöresinde Karaca Ahmed’e ait türbelerin birinde halkın hacer’ül esved (kara taş) olarak görüp kutsadığı bir kara taş bulunmaktadır. Yöre halkı bu kara taşa elini sürerek ve öperek kutsamaktadır.7 M. Çağatay Uluçay da Karaca Ahmed makamına ilişkin açıklamalar yapmaktadır.8 Günümüzde Kırıkkale’ye bağlı olan Hasandede’de bulunan mutasavvıf Hasan Dede mabedinin duvarında bulunan ve halkın hacerü’l- esved olarak nitelendirdikleri bir kara taştan söz edilmektedir.9
İlk Çağdan kalma görkemli dağlara ve kayalıklara olan itikat bugüne intikal etmiştir. Tunceli yöresindeki Düzgün Baba ziyaret makamı günümüzde de kutsal bir mekân olarak etkinliklere sahne olmaktadır. Budistler de dünyanın merkezi olarak var saydıkları Meru dağına hac ziyaretleri yapıyorlardı. Tıpkı, Düzgün Baba’da olduğu gibi Muş’un Varto ilçesi dolaylarındaki Köşker köyünde Köşker Baba tepesi bir hac yeri niteliğindedir.
Tevrat’ta kaya ya da kayalıklarla ilgili olarak kutsayıcı ifadeler kullanılmaktadır: “Seni severim, ya Rab, ey kuvvetim. Rab benim kayam ve hisarım ve kurtarıcımdır; Allahım, sığındığım kayam, Kalkanım, kurtuluşumun kuvveti, yüksek kulem” (Mezmurlar 18/1-2). Bir başka yerde: “Bana kuvvetli kaya, Beni kurtarmak için sığınacak ev ol. Çünkü kayam ve hisarım sensin;/Bana yol göster ve bana rehber ol, kendi ismin uğruna” (Mezmurlar 31/2-3). “Ve adımlarımı kaya üzerinde durdurdu, ve adımlarımı pekiştirdi” (Mezmurlar 40/2). Eski Ahit’te bunlar yazılıyken Yeni Ahit’in yani İncil’in Matta bölümünde:” Ben de sana derim ki: Sen Petrussun, ve ben kilisemi bu kayanın üzerine kuracağım; ve ölüler diyarının kapıları onu yenmeyecektir” (Matta, Bap:16/18). Tüm bu ifadeler, Museviliğin kutsal kitabı Tevrat’ta ve İseviliğin kutsal kitabı olan İncil’de kayaların kutsandığına dair belirlemelerdir. Küçük Asya coğrafyasında dağlara ve yüksek tepelere olan kutsiyet tarihin ilk dönemlerinden bu yana görülmektedir. Bu yüksek dağların ya da tepelerin büyük bir kısmında ‘Baba’ların makamı bulunmaktadır. Düzgün Baba, Mastar Baba, Hıdır Baba, Sevkar Baba, Tekke Baba, Aftal Baba, Davud Baba, Köşkar Baba, Munzur Baba gibi onlarca, yüzlerce ‘baba’lı adlarla karşılaşmaktayız. Bu babalardan büyük bir kısmı yaşamamıştır. Bu açıdan, Baba sözcüğünün Uratulardan sonra yaygın olarak ‘dağ’ karşılığında dile getirilmiş oldukları anlaşılmaktadır. Çünkü, Hititlerde ve Urartularda pabani (=dağ) sözcüğü biliniyordu. Öyle anlaşılıyor ki, pabani’den baba’ya dönüşüm olmuştur. Bunlara ‘dede’li mabetleri de ekleyebiliriz. Hasan Dede, Murat Dede, Çırpıl Dede, Susuz Dede, Uzun Dede, Töm Dede, Balkıran Dede gibi daha birçok dede’li mekânlar mevcuttur. Bu mekânlardan bir kısmı maalesef yol yapım gerekçesiyle ya da başka nedenlerle tahrip edilmiştir. Ankara’nın Kurtuluş semtinde bulunan, ünlü erenlerden Hacı Bayram-ı Veli’nin yardımcısı ve Horasan ekolü mutasavvıflarından olan Kul Derviş Dede’nin türbesi de yıktırılmıştır.10 Dede, Baba, Ana sözcükleri ya da unvanlarına gelince, bu unvanların Küçük Asya coğrafyasında birkaç bin yıl öncesinden bu yana kullanıldığını belirlemekteyiz. Asya bozkırlarından Anadolu’ya gelen Oğuz boyları baba karşılığında ‘ata’, ana karşılığında ‘ög’ sözcüklerini telaffuz ediyorlardı. Günümüzde kullanılan öksüz (<ögsüz:’anasız’) sözcüğü Eski Türkçe ög (ana, anne) sözcüğünden kaynaklanmıştır.
Öte yandan, dağların kutsallığı Asya kavimlerinde de görülmektedir. Uygurlarda Kut Dağı’nın kutsallığından söz edilmektedir.11 Biruni’nin aktardığına göre, Oğuzlar Kumuk ülkesindeki bir kayayı kutsal kabul ediyorlardı.12 Araplar da İslam öncesinde Mekke’nin 7 km. kadar yakınında bulunan Sabir/Sewr dağı ile Mürselat dağı arasında bulunan Mina’da dinsel şenlik yaparak buradaki kayalıklara tapınımda bulunurlardı. Mürselat adı, al-Lat adlı tanrıçaya izafeten verilmiş olabilir. Mina’daki Hac merasimleri İslam öncesinden kalmadır. Koç kurban edilen yer de Sabir dağının güney yamacında yine İslam öncesinden kalma uygulanagelmektedir. İbranice, Aramice ve Arapça dillerine egemen olan, İslam Ansiklopedisi’nde otuzu aşkın maddenin yazarı ve Kopenhag Üniversitesi rektörlüğü görevinde bulunan Danimarkalı Doğu bilimci Frantz Buhl (1850-1932), İslam Ansiklopedisi’ndeki “Mina” maddesinde İslam öncesinden kalma Hac şölenlerine değinirken Mina’daki taş atma ritüellerinin de çok eski zamanlardan İslam’a intikal ettiği kanısındadır.13 İslamiyetten önce Mekke yakınlarında kayalıklardan oluşan Arafat dağında da Hac şenlikleri düzenleniyordu. Arafat dağının, İslam öncesinde İlal adını taşıdığı söylenirse de bu adın Al-Lat/el-Lat ana tanrıçasına izafe edilmiş olması mümkündür. 1912’de Leiden Üniversitesi İbranice profesörü olan ve İbranice, Aramice, Süryanice ile Arapça üzerine uzmanlaşan Hollandalı Doğu bilimci Arent Jan Wensinck (1882-1939), İslam Ansiklopedisi’ndeki “Ka’be” maddesinde şu görüşleri öne sürmektedir: “Ka’be’de, Mekke ve Ka’be ilâhı denilebilen, Hubal bulunuyordu. Caetani Ka’be ile Hubal arasındaki münâsebeti ön plâna almaktadır; bunun yanında al-Lāt, al-Uzzā ve al-Manāt’a da tapılıyordu; bu sonuncuları Kur’an’da zikredilmekte, fakat Hubal’ın adı geçmemektedir.”14 Wensinck, sözlerine devamla şu görüşlerini de aktarmaktadır: “…mesele, islâmiyetten evvelki devirde Ka’be’nin hacc ile münâsebeti olup-olmadığı ve eğer böyle bir münâsebet var ise, bunun derecesinin tesbiti meselesidir. İlk önce yalnız umra’nın Ka’be ile ilgili olduğu, buna mukabil hacc’ın Arafāt, Muzdalifa ve Minā’da yapıldığı ve hacc ile umra’nın birleştirilmesinin ise, islamiyette vukûa geldiği iddia edilmiştir. (…) Umra’nın receb ayı ile sıkı bir alâkası bulunduğu, haklı olarak kabûl edilebilir. Bundan başka hacc’a, hacc ‘Arafāt denilmekte olup, şâfi’î mezhebine göre, ‘Arafāt’ta vukūf yapılması hacc’ın en belli-başlı merâsimini teşkil eder. Fakat, Kur’an(III,91)’da, hacc Ka’be’ye âittir (hacc al-bayt) ve an’anede, bunun bir yenilik olduğunu gösterecek bir ize tesâdüf edilmemektedir. Eski arapların birbirine yakın bulunan mukaddes mahalleri, ibâdete müteallik menâsik dolayısı ile, birbirleri ile münâsebetli göstermek istemiş olmaları mümkündür. Bundan dolayı, bu birleştirmenin daha islâmiyetten evvelki devirde yapıldığı kabûl edilebilir ve bunun, ‘Arafat ile Mekke’nin birleştirilmesi neticesi olarak, meydana çıktığı düşünülebilir.”15
Mezopotamya kökenli olan Nebatilerin İÖ. IV- İS. I. yüzyıllar arasında Ürdün dolaylarında varlığına tanık olmaktayız. Bu bağlamda, Petra kentindeki tanrı ya da tanrıça sembollerinin Mekke ile çevresine intikal ettirildikleri bir kısım kaynaklarca belirtilmektedir. Arapların El-Bitrā dedikleri Petra adı Eski Yunancadan gelmektedir ve ‘taşlık, kayalık’ yerleri ifade etmektedir. Petra İlk Çağ kentinde kayalıklar içinde inşa edilmiş olan yapılar topluluğu bulunmaktadır. İngiliz araştırmacı Brian Haughton, “Gizlenen Tarih” adlı kitabında Petra kentine dair de açıklamalar yapmaktadır: “Petra’da bugüne dek ayakta kalabilmiş birkaç binadan biri de nedense Qasr al-bint Firaun (Firavun’un Kızının Kalesi) olarak da bilinen, duvarcılık sanatı kullanılarak yapılmış devasa yapı Dushares Tapınağı’dır. Büyük ölçüde yenilenmiş bu sarı kum taşından tapınak, yükseltilmiş bir platformun üzerinde durmaktadır ve yaklaşık 23 metre yüksekliğinde duvarları vardır. M.Ö. 30 ile MS 40 arasında yapılmış olan tapınak, Nabateanların ana tanrısı Dhushares’e adanmıştır ve Petra’daki en geniş ön cepheye sahip yapıdır. (…) Bu yapının karşısında adını giriş yolunun her iki tarafına işlenmiş iki aslan figüründen alan Kanatlı Aslanlar Tapınağı vardır. Bugüne kadar bulunmuş en önemli Nabatean tapınağı olan bu yapı, Amerikalıların Petra’da 20 yılı aşkın bir süre boyunca yaptığı araştırma ve kazıların konusu olmuştur. Görünüşe bakılırsa tapınak İslamiyet öncesi Arapların bolluk tanrısı Allat’a adanmıştır. Allat, Mekke’nin üç ana tanrıçasından biridir. (…) Tapınağın, Lut Gölü Yazmaları’nda Petra’daki Afrodit Tapınağı diye geçen yer olduğu neredeyse kesindir. (…) Tapınak MS 28 yılının Ağustos ayında kurulmuş ve MS 363’te şehirdeki birçok binayı yerle bir eden depremle yıkılmıştır.”16 Eski başbakanlardan Şemseddin Günaltay, Nebatilerin adının “Fırat ve Dicle ırmakları arasındaki halka ait olduğunu” belirten görüşlere katılarak şu yargıya varmaktadır: “Başta Corci Zeydan olmak üzre yeni Arap tarihçilerinin pek zayıf esaslara dayanarak bunları Arap yapmak gayretinde fazla ileri gittikleri görülüyor. Fakat Nebatilerin bıraktıkları yazıtların âramî dili ve âramî harfleriyle yazılmış olmaları, bunların hüviyetlerini pek güzel belirtmekte, Araplık davasını çürütmektedir.”17 New York Üniver sitesi’nde Orta Doğu Araştırmaları bölümünde profesör olan; bir kısım Orta Doğu dillerinin yanı sıra Yunanca, Latince ve Rusça da bilen günümüzün donanımlı araştırmacılarından biri sayılan Francis Edward Peters (1927 -), 1982 yılında yayımladığı “The Children of Abraham – Judaism, Christianity, İslam” başlıklı kitabı “Musevilik Hıristiyanlık İslamiyet-İbrahim’in Çocukları” adıyla Türkçeye de çevrilmiştir. Peters, bu kitabında “Kabe” ile ilgili birtakım belirlemeler yapmaktadır: “Mekkelilerin ibadet merkezi olan ‘Kabe’ adlı taş türbenin çok eski olduğunu ve ‘Allah’ adıyla anılan en büyük ilahlarının evi sayıldığını biliyoruz. Kabe’nin Haram adı verilen bölgesinde bulunan başka Tanrı ve Tanrıçalara (ki Kuran bunları ‘Allah’ın kızları’ olarak adlandırıyor) tapınıldığını da biliyoruz. Kurban (feda) temel ibadet şekliydi ama, Kabe’nin etrafında dönülerek ve yakınındaki iki tepe arasında gidilip gelinerek yapılan gibi, bazıları İslamiyete taşınan başka ibadet şekilleri de vardı”18
KAYNAKÇA
(1) Mark M. Cohn, “Nouveau Dictionnaire Hebreu Français”, Tel Aviv 1983, s.209,213.
(2) René Grousset, “Histoire de l’Arménie des origine à 1071”, Paris 1947, s.401.
(3) René Basset, “Hacerünnesr” md., İslâm Ansiklopedisi (Leyden tabı/Meb çev.), V/I, s.25
(4) Prof.Dr. Albert Bertholet, “Wörterbuch der Religionnen”, Stuttgart 1952, s.270-271.
(5) Prof. Dr. Friedrich Heiler, “Erscheinungsformen und Wesen der Religion”, Stuttgart 1961, s.82,190,217,437.
(6) Ulus (gazetesi) 18 Eylül 1963, “Büyük İlâhe Cybele’nin Anıtı Bulundu” başlıklı haber.
(7) Naci Kum, “Karaca Ahmetler Hakkında İncelemeler, Düşünceler”, Türk Folklor Araştırmaları Dergisi, IV/94 (1957), s.1500-1501.
(8) M. Çağatay Uluçay, “Saruhan Oğulları ve Eserlerine Dair Vesikalar I”, İstanbul 1940, s.139-40.
(9) Dr. Hikmet Tanyu, “Ankara ve Çevresinde Adak ve Adak Yerleri”, 1967 Ankara, s.131.
(10) Nureddin Can Gülekli, “Ankara; Tarih-Arkeoloji”, Doğuş Matbaası, Ankara 1948, s.124.
(11) M. Necati Sepetçioğlu, “Yaratılış ve Türeyiş- Türk Destanı”, İstanbul 2010, s.104.
(12) Al-Birûnî, “Al-Asar’ul Bakıye anil- Kurûni’l Haliye”, Leipzig 1878, s.264.
(13) Fr. Buhl, “Mina” md., İslam Ansiklopedisi (Leiden tabı/MEB çev.), VIII/322.
(14) A.J. Wensinck, “Ka’be” md., İslam Ansiklopedisi (Leiden tabı/MEB çev.), VI/14.
(15) A.J. Wensinck, agy.
(16) Brian Haughton, “Gizlenen Tarih- Kayıp Medeniyetler, Gizli Bilgiler ve Eskiçağın Sırları”, çev. Halil Ummak, Koridor Yayıncılık, İstanbul 2008, s.42-43.
(17) Ord.Prof. Şemseddin Günaltay, “Yakın Şark IV/I”, Ankara 1987, s.172.
(18) F. E. Peters, “İbrahimin Çocukları – Musevilik, Hıristiyanlık, İslamiyet”, çev. Nurşan Üstüntaş, İstanbul 2010, s.169.