Öz ve Biçim

      Bir tartışmadır sormayın gitsin! Biçim mi, öz mü? Hangi birine önem verilmeli?  İnsan ister istemez kendini buluveriyor içinde: Hangi biri önce gelmeli diye. Ya da özsüz biçim, biçimsiz öz her nasılsa!.. Evet, kuşkusuz özün önemi ağır basar; ama, bu biçimi göz ardı etmeyi gerektirir mi?

          Alın size sıradan bir kaya parçasını; o kaya parçasının yanında bir heykeli… Tut ki, bu biblo da olabilsin; karşıdan bakan insanı hangisi daha çok ilgilendirir? Bence, siz de aynı kanıdasınız: heykel ya da biblo daha çok ilginç bulunur. Biçimin değeri burada açıkça belirmez mi?

        Ayrıca insanoğlu bu yüzden biçimin aldatıcılığına da kaptırmıştır kendini. Bir manav örneğinde, elmanın çürüyen tarafını altta bırakması, görünürde kalan yüzünün adamakıllı silinmesi, alıcıya hazırlanmış bir tuzaktır. Bir bakıma günümüz insanı bu alanda duyarlı olmuştur.

        Yapı alanında görünen nedir?

        Yapıyla ilgilenen, işi yapıcılık olan herkes bilir ki, bu alanda da biçimle yapı bir bütünlük oluşturur. Burada da aldatıcılık yok mudur? Söz gelimi, yan yana duran iki yapıya bakalım : Biri sağlam, diğeri pek o kadar değil; fakat sağlam olmayan gözlendiğinde çok daha beğenilen olabiliyor. Neden mi? Alabildiğine görkemli niteliğe büründürülmüş de ondan…Siz olsanız yanılmaz mısınız? Ama, yine de “Ben biçime önem vermem” diyenlerle sıkça karşılaşırız.. Bakmayın siz onların öyle söylediklerine, hele bir iş kendi seçimlerine kalsın, biçimli olmayanı seçmek akıllarından geçmez.

        Oysa, çağdaş insan biçimle öz arasında bir bütünlük arayandır. Ne biçimin görkemliliğine ne de  özün kofluğuna aldanmayandır. Görkemlilik iyi şeydir; ama özü kof olmazsa…

        Özün sağlamlığı;biçimin görkemliliği…

        Bana öyle geliyor ki, özü iyi olan bir insan genellikle biçime de değer verir, ilgi gösterir. Buna karşın biçime değer verip de özce öyle ahım şahım olmayanlar da yok değil. Adam tutmuş geçirmiş üzerine paha biçilmez bir giysi; ilgi çekici bir biçime bürünmüş, aynayla uzun süre arkadaş gibi olmuş; ama bir dakika konuşayım dedirtmeye pişman ettirir sizi! O ne argo konuşmalar öyle!… O ne saygı bilmezlik!… Beri tarafta üzerindeki giysisi göz alıcı olmayan, bunun yanında alabildiğine olgunca ve de saygınca konuşan biri…İçinizden, birinin giysisini diğerine giydiresiniz gelir ; ancak ne gezer, elde değil ki!…

        Söz gelimi, karşınızdaki çok önemli biri. Şöyle bir gözucuyla bakayım derseniz, bir de ne görürsünüz : Darmadağın saçlar, gözünde belirgin çapaklar, fırçalanmamış dişler, ikide birde burun çekmeler, dişleriyle tırnak çekmeler… İçinizden demez misiniz bu ne biçim büyük adam?

        Varsayalım karşınızdaki, bir bayan; sadece biçimine önem vermiş, belli!… Ya kafasının içindekiler?.. Hiç de doyurucu bilgilerle donanmamışsa, Hanya’yı Konya’yı öğrenememişse, neye yaradı o allanıp pullanmalar!… Burada Margaret Fuller’e hak vermeden edemiyor insan: “Güzellikten sonra, onu anlayıp değerlendirmek gücü gelir.”

        Yazın alanında da biçimle konu bütünleşmelidir: Her ne kadar biçim konudan  sonra gelirse de… Konuyu içtenlikle işleyen her yazar, sözleri kâğıt üzerinde dans ettirebilir. Sözlere dans ettirmek derken; sıradan dizilişi değil,  istenilen yere uygun sözü yerleştirmeyi demek istiyorum. Çoğu kez, ne yazacağımızı  saptamadan  sözler üzerinde oynamak havanda su dövmeğe benzer. Nasıl bir yapının planı olmadan yapı gereçleriyle oyalanılmazsa, yazın alanında da konu belirlenmeden kelimelerle oynamak uygun olmasa gerektir. Bir bakıma zurnasız davulun çalınmasına benzer!..

        Her nesnede doğal ve doğal olmayan iki tür biçim vardır. Doğada tüm ham maddelerin görüntüleriyle insanın doğal biçiminde olduğu üzere. Bunun yanında  heykel ve  biblo türünden yapay şekilsel oluşları nedeniyle sanat ürünleri olarak nitelendirdiklerimizi de anımsayalım. Yapay her nesnede bir estetik değer aranmalıdır. Çünkü, insanoğlu ona kendinden bir şeyler katmış ve beğenisine özgü bir tarzda işlemiştir. Bu nedenle, asıl ilgi çeken yön de budur. Buradan hareketle, bu sanat ürünleri ile “güzellik” kavramı arasında bir bağ olduğu yadsınamaz. Öyle ki, insanlık tarihi incelendiğinde doğal olmayan güzelliklerin de güzel sanatlar alanında kayda değer bir yer tuttuğu söylenebilir. Bu açıdan, insanoğlu doğal güzelliklerin yanı sıra kendi yaratıcılığına özgü güzellikleri de yaratabilmeli, oluşturabilmelidir. Ona kendi beğenisinden bir şeyler katabilmelidir. “Bir çiçekle bahar gelmez” de ondan…

        İlk insanlar taşları yontarak, cilalayarak işe başladılar. Doğaya, doğadaki her nesneye biçim verme eğilimi o günden bu yana gelişip serpildi, dal budak saldı. Böylece de güzel sanatlar alanı doğdu. İnsanın kendine özgü yaratıcılığının işlevi giderek önem kazandı.

        Yaratıcılık yetisi insanın doğasında vardır. Kiminde pek az, kiminde fazla. Şöyle ya da böyle  her insan bu yetisine dayanarak kendine özgü sanat ürünlerini oluşturabilir. Beğenilsin, beğenilmesin; tutunsun, tutunmasın o onun eseridir ve ona kendinden bir şeyler katmıştır; kendi duygularına, zevklerine göre bir şekil vermiştir.

        Yine, her insan farklı bir üsluba sahiptir. Kendine özgüdür onun üslubu… Öyle olmakla birlikte, sadece kendinden doğan bir şey değil ; doğadan, içinde yaşadığı toplumdan, okuduklarından, önceki kuşaklardan ve çevresinden edindiklerinden etkilenerek, yer yer esinlenerek oluşturagelmiştir özgün tarzını. Kişioğlu algıladığı her şeyi zihinsel potasında yoğurarak kendine has niteliğe dönüştürür.

 

Bilal  Aksoy

19 Eylül 1983/Antalya