Kişiliğe Yöneliş

      Öyle sanılıyor ki, insanın dünya görüşlerinin  değişime uğraması, kişiliğin yitirilmesi anlamına gelir. Yine bunlara kalırsa inanan her insanın her zaman aynı kanıda olması, dün bir konu hakkında ne söylemişse bugün de aynısını söylemesi gereklidir. Oysa, ben bu gerekliliğe inanmadım, inanmayacağım da… Donmuş, kalıplaşmış, durgun bir düşünce yapısını kişioğluna yaraşır görmek, doğrusu içler acısıdır. Yalnız günümüzde yaşayanlar değil, tarihin her döneminde kendini yenileyebilen, geleceğe yön verebilen insandır: aranan insan. Öyle olmasa kişioğlunun en önemli yetisi olan yaratıcılığını nasıl tanımlarız? Değil mi ki tarihsel gelişim doğrultusu – arada bir duraklasa da – sürekli ileriye yöneliktir. Bu bizim tarihe eklediğimiz bir yasa olmaktan çok, tarihin bizatihi kendi bağrında sınayarak doğruladığı bir yasadır. Bir yasa ki, Herakleitos’un “Logos”u gibi değişmez kalır. Bu bir yerde de değişmenin değişmezliğidir.

      Kimileri sanırlar ki, bir “iman”a bağlanan, onunla gözü bürünüp ötesini göremeyenler, dediğim dedik çaldığım düdük diye tutturanlar toplumun en erdemli kişileridir. Oysa, erdemli insan topluma karşı görevini sürekli hoşgörü, saygı, adalet ve sevecenlik duyguları içinde doğrulardan sapmadan, kişisel çıkar ve tutkularını ön plana almadan yapabilendir. O nedenle, erdemli insanın kişiliği de kendisiyle uyum içindedir. Bu bağlamda, ben kişilerle kişilikleri birbirinden ayırmam. Hiç, kişinin kendisi  ayrı, kişiliği de ayrı olabilir mi? Çok kez duymuşuzdur çevremizden : “Kişi olarak bir şey dediğim yok da fakat kişiliği yerinde değildir.”  Ya da, “Kişiliğine itirazım yok da, kişi olarak iyi değildir.”   Aslında bu bilerek ya da bilmeyerek mazur görülemeyecek bir yanılgıya düşmektir. Ne demek, bunların birbirinden ayrı olması? Kişilik, kişiyi kişi yapan özdür; onun ruhudur, mizacıdır, karakteridir, beğenisidir, davranışlarıdır. Kısacası, bunlarla sosyal çevresinin etkileşerek kişide oluşturduğu kendine özgü yapıdır. Fakat, bilinçli bir yapı… Bu itibarla, kişiliğin oluşması da bir süreç sorunudur; hem de yaşamsal bir süreç. O nedenle, toplumu oluşturan bireyler aynı zamanda kişiliklerine özgü etik bir hiyerarşiyi oluştururlar. Kişiliksiz insanlar bir toplumda en alt kategoriyi oluştururlar ki, bunlara genellikle  “ayak takımı” deriz.

      Bir toplumda çeşitli etkenlere göre kümeleşmeler olmaktadır. Kişilik açısından oluşan kümeleşmeler ahlaki açıdan da en kayda değer olanıdır. Zira, biri diğerini içermektedir. Bu bakımdan, kişilikli olma varsıl ya da yoksul olmakla ya da önemli bir görev sahibi olmakla da birebir örtüşmemektedir. Ben, kişilik derken o insanın etik niteliklerine göre belirlemede bulundum. Yoksa, kişiliksiz diye nitelediklerimizin de kişilikleri söz konusu olur: Kişiliksizliğin kişiliği!..

      Nitelikli insan aynı zamanda bir ideal adamıdır; onu gerçekleştirmeye çalışır. Bir ideal ki, toplumu esenliğe götürsün, insanlar mutlu yaşasın, toplumsal barış sağlansın, her alanda demokratik yaşam tarzı yerleşsin… Günümüz insanının idealleri bu saydıklarımdan ayrı ne olabilir ki? Bir bakıma evrenselliği olan bir idealdir bu. Kuşkusuz,  ideal (mefkûre: ülkü) denince, ilk başta toplumsal, ahlâki, estetik idealler akla gelir. Birey, eğer bu ideallerden payını almamışsa, toplumdaki yeri ne olursa olsun gafil bir yaşam sürdürüyor demektir. Varsıl olmakla da ilintili değildir nitelikli olma. Öyle ki, her gün meyhanelerde, kumarhanelerde ve sair eğlence yerlerinde tomarlarca para harcayanlar yok mudur? Onlarında mı birer idealleri var? Hiç sanmam. Diyebilirsiniz ki, yaşamak da bir bakıma  bir idealdir; o nedenle yaşayan her kesin birer ideali vardır. Ama, ben yaşamanın tek başına ideal olabileceğini sanmıyorum. Eğer yaşamak tek başına bir ideal olsaydı, o halde yaşayan herkesi bir ideal adamı olarak algılamamız gerekirdi.

      Oysa, ideal adamı olmak bir süreç sorunudur. Öyle ki, insanoğlu yaşam sürecinde çok yönlü deneyimlerden geçer. Deneyimlerdir insanları olgunlaştıran; olgunlaştıkça da sosyalleştiren… Mutlu ve özgür olma tutkusuyla nice eza ve cefalara katlanır. Yanılır, yenilir; ama, enikonu doğruyu bulur. Doğruya vardıkça eğriyi ayırt eder; eğriyi gördükçe doğruların sahiline demir atar.

      Garip ve anlaşılmaz olmak insanın doğasında vardır. Oysa, dünyamızda anlaşmazlıkların ve anlaşılmazlıkların üstesinden gelmek de mümkündür. Yeter ki, karşılıklı yaklaşımlar olumlu sonuç verebilsin. Böylece neyin nesi kimin fesi olduğu bilinmeyenler bile aynaya yansıyan nesne gibi iç dünyalarını sorgulayabilsinler. Bireylerin iç dünyalarını öğrenebilmek için, onların günübirlik edimlerini sorgulamak gereklidir. Bu sorgulamayı yapabilecek konumda olanlar ancak  benliklerini ve kişiliklerini  oluşturmuş sayılırlar. 

 

Bilal  Aksoy

9 Kasım 1983/Antalya