Sanatçının İşlevi

   Sanatçının önemli bir özelliği de toplumun çıkarlarını kollamaktır. Bu onun bireye karşı ilgisiz kalmasını  gerektirir mi? Hayır. Toplum bireyler bütünlüğüdür ; bireyin iyisi de kötüsü de bu çerçeveye dahildir. Hiç mümkün mü, bireylerin bir kesimini toplumun dışında tasavvur etmek? O halde toplumun çıkarlarını gözeten herkes aynı zamanda tek tek bireylerin de çıkarlarını gözetmiş olur. Öyleyse, neden önce toplumsallık sonra bireysellik denebilir. Çünkü, insanın toplumsal yaşayışı, onu nitelikli kılar. Toplumsal ruh asil bir özelliğe sahiptir. Belirli yaptırımları vardır. Bir insanı düşünelim ki, kendi başına başka; toplum içinde başka türlü davranmak zorundadır. İnsanlar tek başına kaldıklarında istedikleri gibi oturup kalkmakta, yiyip içmeyi daha düzensiz yapmakta ve daha da ötesi davranışlarını sınırlamamaktadırlar. Aslında, bunlar  her sıradan insanın zaman zaman sergilediği davranış modelleridir. Ama, toplum içine geldiğinde kendini sınırlar, davranışlarını belirli yaptırımlara göre ayarlamaya çalışır. Söyleyebileceklerini daha düzenli ifade eder. Demek ki, toplumsallık kutsal bir ruhi şekillenme birliğidir. İnsanın ruhu da ancak bu birlikten payını aldığı ölçüde değer kazanır. İşte bu nedenledir ki, bireyden topluma ilkesini değil, toplumdan bireye ilkesini önemli sayabilirim. Bir zamanlar “fert yok cemiyet var” umdesi  temelinde düşün üretenler, bireylerin olumsuzluklarını en aza indirgemek, dayanışma bilincini geliştirmek istemiş olsalar gerek. Oysa, bu istemlerini dile getirirken soyut kuram üreticiliğine kaydıklarını sezememişlerdir kanısındayım.

   Daha da irdelediğimizde göreceğiz ki, Durkheim’ın toplumsal dayanışmayı öngören kuramı ile Nietzsche’nin  “üstün insan” önesürümü arasında bir çelişkinin yattığı; bundan yola çıkarak birey-toplum ikilemi temeline dayanan düşünsel kuramların da sürekli bir çelişme içinde olduklarıdır. Ben, her karşıt düşüncenin aynı zamanda birbirlerini bütünledikleri görüşünden dolayı, bu iki karşıt düşün akımının da uzlaşabileceğine inanıyorum. Öyle bir uzlaştırıcılık ki, yalınkat bir yöntemle değil, değişim yasalarına uygun olsun.

   Seçkin insanlar olmazsa toplumsal ruhun oluşumu da olanaksız olur. Yine bir toplumda seçkinlerdir ki, erdem, adalet, hak eşitliği temeli üzerinde yüce düşünlerini yığınlara empoze ederler. Bir bakıma seçkinlerin “ruhi şekillenme”leri de toplumsallık niteliği taşımıyor mu? Arada bir ilinti yok mudur? Kişi neden toplumcu olur? Yanılmıyorsam daha nitelikli bireylerden oluşan bir toplumu arzu ettiklerinden olsa gerek. Öyleyse o toplumda yaşayan bireylerin tümünün iyiliğini, mutluluğunu planlamalıdırlar. Bir kısım insanların çıkarlarını düşünüp, diğerlerini bundan yoksun bırakmak ne denli haklı sayılır? Tüm bireylerin yaşamın iyiliklerinden yararlanabilmeleri, geleceğine yön verebilmeleri, toplumsal güvencelerinin bulunabilmesi sağlanmalı. Demek bireylerin iyiliğini tasarlamakla toplumun iyiliğini tasarlamak bir madalyonun değişik yüzleri gibidir.

   Oysa işin başka yönü de var. Bir kısım bireyciler tek başına bireyi ele almakta, toplumun dışında yalıtılmış bir biçimde bireyi değerlendirmekte ve öylelikle sorunlarına çözümler aramaktadırlar. Birbirleriyle dayanışmaymış, iyi komşuluk ilişkileriymiş, ahlaksal yaptırımlarmış, hiç birini göz önüne almaksızın başarıya ulaşılacağını sanmaktadırlar. Bireyi sadece birey olarak irdelemek, onu toplum dışı yaşıyormuşcasına yalnızca fiziksel gereksemelerini dikkate almak, onun toplumsal istemlerini gözardı etmektir.  Aslında bireyi en mutsuz kılan da bu tür toplumsal istemlerinin karşılanmamasıdır. William Thomas, Howard Wilson ve John Dewey gibi kimi düşünürler bu istemlerin birer sınıflandırmasını yaptıklarından ayrıca değerlendirmeyeceğim.

   Şimdi sorarım bu tür bireyci düşün sahiplerine, bireyin toplumsal gereksemeleri karşılanmadan nasıl mutlu olabildiklerinin yargısına varılır? Şu halde birey – toplum ikilemini mekanik bir biçimde karşı karşıya koymak yanılgılara götürür kişiyi. Alın size kimi toplumcu eğilim sahiplerini. Bunlar da bireyin tümden bir hiç olduklarını öne sürmektedirler. Halbuki, toplumun basamaklarıdır bireyler; basamakların, dayanakların sağlamlığı toplumsal yapıyı güçlü kılar. Seçkinler, aydınlar toplumların kutup yıldızlarıdır; o görevi yerine getirebilmeleri için de  bu bilinçte olmaları zorunludur.

   Birey bir kez toplumsallık bilincini aldı mı, artık kolayca  sökülüp atılamaz. O yalnız yaşasa da toplumsal yaşam tarzını yine uygular. Daniel Defoe’nun 1719’da yazdığı “Robenson Crusoe”un serüvenlerinden anlıyoruz ki, Crusoe ıssız Juan Fernandez adasında bile toplumsal yetilerini göstermektedir:  Toprağı ekip sağladığı ekinden ekmeğini yapma, kendini koruyacak evini kurma, bir inanca sahip bulunma gibi. Oysa mekanik, şematik toplumculara bakacak olsaydık Robenson’un ıssız adaya düşmekle toplumsallık yetilerini yitirmesi gerekliydi. Ama, sonuçta hiç de öyle olmuyor.

   Toplumsallıkla bireysellik yanlış anlaşılma yüzünden yanlış olarak yorumlandı; her daim birbirlerine karşıtmış gibi savunuldu. Sözgelimi;  “sanat, sanat içindir” ile  “sanat, toplum içindir” ilkesinde olduğu gibi. Bu iki sav da yapay olarak ortaya atılmıştır. Böylece, yanlış anlaşılmaya, yorumlanmalara yol açmıştır. Neden sanat sadece toplum için olmalı? Tut ki, sanatçı doğayı da işliyor olsun; ona sanatçı dememek mi lazım? Bir heykelde, bir resimde, güzel sanatların başka bir dalında belki toplumsallık konu edinilmemiş olabilir; öyledir diye sanatçının sanatçılığını nasıl yadsırız? Sanatçının toplumcu olması başka, sanatını icra etmesi de başkadır. Bir bakıma ilintili olabilir ama her zaman değil. Toplumcu olması için ille de toplumun hep olumsuz cephesini mi göstermeli? Sözgelimi, Leonardo da Vinci’nin Mona Lisa’yı “canlandırma”sı olarak görülen La Jacond’u bir sanat değeri taşımıyor mu? Yıllar geçse de değerinden bir şeyler yitirmeyen bir tablo. Bu tür eserleri yapıyor diye sanatçı artık toplumcu olamaz mı? Bana öyle geliyor ki, onların böylesine ürünler vermeleri  toplumcu olmalarını engellemez.

   Nasıl eğitim alanında çocuklara buyrukçu davranmak yanlışsa, sanatçıya da  “şunu yapma, bunu yap”  gibisinden direktiflerde bulunmak da yanlıştır. Böylesine güdümcü anlayışlar onun verimliliğini azaltır, körletir. Sanatçı içinde yaşadığı toplumdan bağımsız değildir; yansıtacağı ürünler de şu ya da bu biçimde o toplumun özelliklerini yansıtır.

   İyi bir sanatçı güzel eserlerinin yanında bağlı bulunduğu toplumun iyiliği için de çaba harcayandır. Ancak, bu yönüyledir ki, ona toplumcu deriz. Varsayalım ki, sanatçıdır, eserleri de estetik değer taşır, ama toplumdan yana en ufak bir çaba göstermez. Sadece kendini düşünür; “varsa yoksa benim” der; böylelerinin sanatının da hep bir yanı yetersiz kalır. Çünkü, gözlemledikleri, gözet tikleri, savundukları şey sadece kendi benlikleridir. Toplumun engin ve zengin değerlerinden esinlenmeyen, payını almayan bu tür insanların çoğunlukla “fil dişi kuleye kapanmak” türünden alışkanlıkları da yok değildir. İyi bir sanatçı; bireyi, toplumu ve doğayı somut olarak gözlemleyip, var olanları soyut yetenekleriyle betimleyebilendir. Her şeyi olumlu olumsuz yönleriyle görebilendir. Öyle ki, kendisinden sonraki nesillere örnek olabilendir. Sadi-i Şirazi’nin dediği gibi: “İnsanlar ölürler, fakat eserleri ölmez. Mezarda her parçamız yavaş yavaş çürüyüp toprağa döküldüğünde, geride kalan eser hayırla anılmaya vesile olur.”

 

Bilal  Aksoy

16 Aralık 1983/Antalya