Bir Mutasavvıf Olarak
Hallac-ı Mansur
Bir Mutasavvıf Olarak
Hallac-ı Mansur
Bilal Aksoy
26 Mart 1988/Ankara
Yaşadığımız dünyada birçok ünlü kişiler, bilgeler ve mutasavvıflar gelip göçtüler. Onlar hakkında bildiklerimiz genellikle sınırlıdır. Sıradan bir üniversite öğrencisine sorsanız, sizlere herhangi bir Batılı düşünür hakkında kısmen de olsa açıklamalarda bulunur. Orada ya da burada sivrilmiş bir politikacıyı bir süre tartışadurur. Oysa, kendi ülkesinin ya da yakın coğrafyasının tarihsel gelişmelerine her nedense ilgisiz kalır.Kaldı ki, ezen ezilen, haklı haksız, fanatik akılcı, halkçı işbirlikçi ilişkisi dünyanın her yöresinde tarih öncesi (kable’t-tarih) zamandan beri vardı ve var olmaya devam edecektir.
Bu bakımdan, insanlık tarihinin her döneminde ezilen, horlanan, anlaşılmak istenmeyen, işkence gören ve yalnızlığa itilen düşünürler var olmuştur ve olacaktır da… İşte, Hallac-ı Mansur da bunlardan biridir. O da yaşadığı sürece haktan, doğruluktan ve mertlikten yana olmuştur. İslamiyetin egemen sınıfların ve çember sakallı güruhun elinde soysuzlaşmasına karşı çıkmıştır. Bu gaye ile insanın kendi kalbini kötülüklerden arındırarak Hak’ka adamanın gerekliliğine inanmıştır. O nedenle, Mansur’u bilmek, sahip çıkmak ve onu sadece türkülerin dizelerinde bırakmamak gereklidir.
Bundan 1066 yıl önce, 26 Mart 922’de akla ve hayale dahi gelmeyen işkencelerle öldürülen Hallac-ı Mansur, Yakın Doğu’da derin izler bırakmıştır. Asıl adı Hüseyin, babasının adı Mansur ve lakabı Hallac olan bu ünlü bilge kişi 857 (244) tarihinde İran’ın Tur kasabasında doğmuştur. Hallac lakabı, baba mesleği olan pamuk işçiliği ile bir süre ilgilenmesinden kaynaklanmış. Fakat, o hep babasının adıyla anılagelmiştir.
Mansur, Abbasi yönetimine karşı beliren reformcu hareketlerle ilişkili görülerek zaman zaman yargılanmış ve tutuklanmıştır. Bir ara 9 yıl kadar Bağdad zindanlarında hapis yatmış; bu süre içinde “Tâ Sin al-Azal” ve “Mi’rac” adlı eserlerini yazmıştır. Onun düşünce sistemini sembolize eden ünlü sözü “Ene’l-Hak”tır. Bu sözü ilk kez, El-Mansur Camiî’nde dostu Al-Şıbli’ye fısıldamıştır.
O, zamanla mutluluğu ölümde arayan bir kimse oldu. Çünkü ölüm onu Tanrı’ya kavuşturacaktı. Hallac’ın Tanrı’sı Hak idi. Doğruluğu, haklılığı ve erdemliliği temsil eden bir kavram. Hallac-ı Mansur’un tüm gayesi ikiliği ortadan kaldırıp birliğe varmaktı. Beden, bu ikiliğe neden olan bir engeldir. Bedenin ortadan kalkması Hak ile özdeşleşmeye yol açacaktı. Bu cümleden olarak Mansur, “Ene’l-Hak” derken, ‘Hak’kı (Tanrı) kendi özünde varsaydığını dile getirmek istemiştir. Onun bu düşüncesi, Yeni-Platoncuların, o arada Plotinos’un görüşleriyle bir paralellik göstermektedir. Evrendeki çokluğun ‘Birlik’te eritileceği, her şeyin ‘Tek-olan’dan kaynaklandığı , yine ona dönüşeceği gerçeği vurgulanmak istenmiştir. Fakat, Yeni-Platoncular varlığı genellikle Tanrı katına çıkarırlarken, Mansur ise Tanrı’yı yeryüzüne indirip, insanın kalbiyle ve vicdanıyla bütünlemektedir. Kalb, eski çağ düşünürlerince düşünce merkezi olarak bilinirdi. Bu geleneksel görüş günümüze dek etkisini göstermiştir. Kalbi, kötü düşüncelerden arındırma inancı da buradan kaynaklanmaktadır.
877 (264) yılında İranlı ünlü mutasavvıf Cüneyd’le tanışan Mansur, ondan da esinler almıştır. Cüneyd, Man-sur’a kendi eliyle hırka (tasavvuf libâsı) giydirmiştir. Bağdad şeyhleriyle ilişkilerini kesen Hallac, ünlü doktor ve filozof Razi ile de tanışmıştır.
Kimi kaynakların belirttiğine göre, ilk haccında Mekke’de bir yıl kalıp korkunç çileler çeken Hallac, dönüşünde Cüneyd’in kapısını çaldığında üstadın “Kim O?” seslenişine “Ene’l-Hak, Kadir-i Mutlak, gerçeğin ta kendisi” diye cevap vermiştir. Prof.Dr. Annemarie Schimmel’e göre, “Bu cümle sufi iddialarının en ünlüsüdür.”
Louis Massignon’un Journal Asiatique’deki yazısında Hallac’dan naklen şu sözler yer alır: “Ey dileyen kişinin dileği, senin yüzünden şaşırdığım gibi, kendime de şaşmadayım, beni kendine öylesine yaklaştırdın ki, seni, ben sandım, veche düşüp kendimi öyle yitirdim ki kendinde yok ettin beni.”
Henri Corbin ise, Hallac’ın, toplumcu kesimin taraftarlarından Ebu Said Cennabî başta olmak üzere, bir kısım devlet erkânıyla – o arada – Prens Hasan İbn Ali-ut-Tavdî ile de iyi ilişkilerde bulunduğunu öne sürer.
Hüseyin bin Mansur el-Hallac, bir süre pamuk ekimiyle uğraşarak babasının mesleği olan hallaclığı sürdürmüştür. Ancak, genelde tefekküre dalıp dünya nimetlerinden el etek çekmiştir. L.Massignon, Hallac’ın Kürt ve Türk kabileleri arasında İslama taraftar kazandırıp onlara tasavvuf sevgisini, Ehl-i Beyt idelerini aşıladığını açıklamaktadır.
Halife El-Muktedir-Billâh’ın veziri Hamid, ülkenin içine sürüklediği malî sıkıntıya karşı yer yer beliren toplumsal tepkileri bir yanda önlerken, öte yandan ise muhalif güçleri tümden sindirmeyi gaye edinmişti. O arada, defteri dürülmek istenenlerin içine Hallac da dahil edilmişti. Oysa, Hallac’ın meydana gelen olaylarla bir ilişkisi yoktu. Abbasi yönetimi, haklı davaların tüm taraftarlarını sindirme yoluna gitmişti. Hallac da bu maksatla özel olarak seçilmişti. Hallac’ın katli için ferman çıkarılmıştı. Muktedir’in veziri Hamid, Maliki kadısı olan Ebu Ömer Hammadi’den işbu fetvayı alarak Halife Muktedir’e onaylatır. Muktedir’in annesi ve polis şefi Nasr idam kararını kaldırmayı başarırlarsa da; Hamid, halifeyi kararından caydırır.
25 Mart 922’de (23 Zilkade 309) polis şefine teslim edilmeden önce idam davulları çalınır. 26 Mart 922’de büyük bir kalabalığın önüne taç giydirilmiş şekilde çıkarılan Hallac, kaynakların iddiasına göre bin değnek vurularak “yarı ölü” şekline sokulur; elleri ve ayakları kesilir. Ve aynı gün asılır. Asıldığında henüz sağ olduğu söylenen Hallac’ın bu kes de başı kesilir (27 Mart 922). Ertesi gün cesedine yağ dökülerek yakılır ve külleri Dicle Nehri’ne atılır (27 Mart 922).
Hallac, asılmadan önce meydanda yer alan yobaz taifesi tarafından taşa tutulmuştur. O sırada kendisine taş atması istenen dostu Şıbli de gül atmıştır. Prof. Dr. Annemarie Schimmel’in naklettiğine göre; Hallac, dostu Şıbli’nin attığı güle karşılık derin bir ah çeker. Kendisine neden ah çektiği sorulduğu zaman da şu cevabı verir : “Onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar ; oysa, onun bilmesi gerekirdi.”
Pir Sultan Abdal ile ilişkilendirilen bir dizede “İlle dostun gülü yareler beni” denilerek bu olay anımsa-tılmak istenmiş olmalıdır. Birçokları bu dizeden, Pir Sultan’ın asılması sırasında bir dostunun kendisine gül attığı sonucunu çıkarırsa da bunun Hallac ile ilişkili olduğu sonucuna varıyorum.
Hallac öldükten sonra dirilme (Ba’si Bad-el mevt) inancını da paylaşıyordu. Ondan sonra gelen mutasavvıflar kendilerini Mansur’un kişiliğinde dile getirmişlerdir.
Yine bir kısım kaynaklarda açıklandığı şekliyle, Hallac’ın aşk konusundaki temel düşüncesi de anlaşılmış bulunmaktadır. Buna göre, Hallac hapisteyken kendisine “aşk nedir?” diye sorulur; verdiği cevap ise : “Bugün de, yarın da, öbür gün de göreceksiniz aşkın ne olduğunu.” Hallac’ın o gün elleri ayakları kesilir, ertesi gün darağacına çekilir ; üçüncü günde ise külleri Dicle Nehri’ne savrulur.
Hallac-ı Mansur’dan sonraki mutasavvıflar, şairler, ozanlar; şiirlerinde, deyişlerinde ve nefeslerinde hep Mansur’un idamını dile getirmişlerdir. Öyleki, kimileri sevgililerinin saç örgülerini Hallac’ın darağacı ipine benzetmişler ;saç örgüsündeki kırmızı gülü de darağacındaki Hallac’ın simgesi olarak görmüşlerdir. Hallac’ın yankısı İndus Vadisi’ne dek uzamış; bu cümleden olarak bir Sind halk nağmesinde şu dizeler yer almıştır : “Aşk yolunu bilmek istersen/Mansur gibilere sor.”
Hallac, yaratılan yaratan ve çokluk birlik ilişkisine değinirken pervane ile mum allegorisine başvurur. Onun düşünce sisteminde Kürtlerin ve bir kısım Yakın Doğu kavimlerinin eski dinleri olan Zerdüştilikten Manikeistlere ve Yeni-Platonculara dek varan izlere rastlanmaktadır. Dedesi de bir Zerdüşti olan Hallac, Yakın Doğu’nun kültürel mirasını adeta kendi düşünce sisteminde birleştirmiştir.
Hallac-ı Mansur üzerine başlıca çalışmayı ünlü Fransız düşünürü Louis Massignon yapmıştır. Tüm ömrünü Hallac üzerine araştırmaya adayan Massignon’un eseri Hallac’ın öldürülüşünün bininci yıldönümünde Paris’te yayımlanmıştır (1922).
Batılı düşünürler, doğubilimciler, Hallac-ı Mansur’un düşüncelerinin köklerini farklı açılardan yorumlamışlardır. Söz gelimi, Alfred Von Kremer, Hallac’ın ünlü “Ene’l-Hak” sözünü Hind kaynaklarında aramıştır. Max Horten ise “Ene’l-Hak” sözünü Upanişadlardaki “Aham Brahmasmi (Ben Tanrı Brahma’yım) sözü ile ilintili bulur. Hallac’ın düşünce sisteminin temelinde panteizmin bulunduğunu söyleyenler arasında Max Schreiner, Duncan Blanck, Mac Donald, Reynord A. Nicholson gibileri bulunur. Bunlara karşın, Adam Metz ise Hallac’ın düşünce sistemiyle Hıristiyan teolojisi arasında ilişkiler aramıştır. Hallac’ın uğradığı akıbet, İngiliz düşünürlerinden Edward Pocoek (ölümü 1691) ve Alman protestan teolog F.A.D.Tholuck’un da ilgi alanı içinde kalmış ve onun uğradığı işkence ve haksızlıklar konu edinilmiştir.
Ülkemizde Hallac-ı Mansur üzerine bir araştırma yapılmamıştır. Şairlerimizden Asaf Halet Çelebi’nin “Mansur” adlı şiirine karşılık, Salih Zeki Atay’ın Hallac-ı Mansur senaryosu bulunmaktadır. Mısırlı genç toplumcu yazar Salah Abdüs Sabur da “Hallac Tragedyası” adlı bir senaryo yazmıştır
Hallac-ı Mansur’un davasına bağlı kalanlar arasında Mevlana Celaleddin-i Rumî, Ferideddin Attar, Abu Said, Rüzbihân Baklî, Sultan Veled, Şems-i Tebrizî, Yunus Emre, Nesimî, Pir Sultan Abdal, Saçal, Fahreddin-i Irakî, Cihangir Haşimî, Fuzulî, Muhammed İkbal gibilerini sayabiliriz.
Abbasi yöneticilerinin kendisine “Hüvel-Hak” (Hak, O’dur) dersen sana dokunmayız dayatmasına karşın “Ene’l-Hak” haykırışıyla karşı çıkan Hallac-ı Mansur, bir yobaz güruhunun “Allahü Ekber” nidaları arasında işkenceyle öldürülmüştür. Bu bakımdan Hallac, Yakın Doğuda tüm erdemli insanlar için bir sembol haline gelmiştir. O aynı zamanda tutuculuğa ve bağnazlığa karşı olan, kendini her türden ihtiraslardan arındıran, haksızlıklara karşı çıkanlar için bir Mürşid-i Kâmil’dir. Hallac için daha çok şeyler söylenebilir. Ancak, bu yazının sınırları beni böyle bir çabadan muaf tutmaktadır.