Bir Ben Ölmekle Dünya Yıkılmaz

    Zaman akıp gitmekte ve köprülerin altından çok sular geçmekte. Yine de değerinden hiçbir şey yitirmeyen bir ozan, yüzyıllar öncesinden- lirik bir tarzda dizeleriyle- dillerden düşmemektedir. İşte o ozanın adı Pir Sultan; davası da bütün zulme karşı olanların davasıdır.

   Nasıl ki, şarap kaldıkça değer kazanır, ozanımız da adeta bu açıdan gittikçe halkın benliğini etkilemektedir. Bugün ilgililerin de katkısıyla Mevlana, Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre gibileri için törenler düzenlenirken, aynı şey neden Pir Sultan için esirgenmekte?

    Bazılarına göre Pir Sultan, belirli bir dinsel kesimin istemlerini yansıtmıştır da, o nedenle üzerinde “resmen” durulmuyor. İyi ama; Hacı Bektaş, Yunus Emre ve Mevlana’lar da aynı biçimde belirli bir dinsel kesime malolabilecek düşünceler öne sürmediler mi? Üstelik bir Mevlana kendini kısaca şöyle tanıtır: “Ne zahidem, ne zühtüm var, ne ilim/ Ne tâat bilürem, ne hod ibadat/ Ne dinim var, ne mezhebim, ne kıblem / Ne mescit bilürem, ne bân-i kamât.” Buna karşın yine de anma törenlerinde büyük İslam düşünürü olarak tanıtılır. Demek ki, yukardaki savı öne sürenler pek inandırıcı olamazlar. Her biri kültür ve uygarlık yolumuzun birer kilo­metre taşları olan bu düşünürlerimizden kimi­lerini tanımak, kimilerini de bunun dışında bırakmak çok yanlış sonuçlara yol açacaktır. Düne kadar da İbni Sina, Farabi, Biruni gi­bilerine ilgi göstermiyorduk. Ne zaman ki baş­kaları sahip çıkar, tanıtır; bizim de “jetonumuz düşer”. Ve başlarız o ünlülerin Türklüğünü kanıtlamaya, soykütüğünü ortaya çıkarmaya… Eloğlu demez mi; “Günaydın baylar! Şimdiye kadar neredeydiniz?”

   Tarihin her döneminde halkının yanında yer alan, şunun bunun oyuncağı olmayan, köhnemiş yönetimlere ve yöneticilere “methiyeler” düzmeyen ozanlarımız var olmuştur. Ama bir köşede bırakılmışlardır. Divan Edebiyatının aşılmaz simgesi olan Fuzuli de yanlızlığa itil­memiş miydi? Bunu dizelerinde şöyle vurgular: “Ne yanar kimse bana ateş-i dilden özge/Ne açar kimse kapım bad-ı sabahtan gayrı.“Ger­çekten de Osmanlı yönetimi bu büyük insanın uzun süre kapısını açmamış ve ölüme terk et­miştir. O günün koşullarında belki, “Padişa­hım çok yaşa” deseydi o halde bırakılmazdı. Ancak erdemli insanlara “el etek öpmek” yakışmaz.

      Pir Sultan, düşüncelerin çok yönlü olmasın­dan yanadır; bağnazlığa karşıdır. Her ne ka­dar “Ben de bu yayladan Şaha giderim” deyip, Şah İsmail’den yana tavır almışsa, bunun nedeni Osmanlının özgür düşünceye kapalılı­ğıdır. O da buna tepki olarak zamanın daha ay­dın bir yöneticisi olan Şah İsmail’den yana ol­muştur. Onun bu tutumu dış güçlerden yana olmak, “kukla olmak” la suçlanamaz. Dünya­nın neresinde olursa olsun bir yönetici aydınsa, halkına kendini benimsetmişse, takdir edilir. Ülkelerin iyi yöneticileri de olur; kötüleri de.. Biri gelir, bilim ve sanatı yüceltir; diğeri gelir kitapları çöp arabalarına doldurur, yığın­lar halinde yakar. “Şah Hatayı” mahlasıyla biri diğerinden güzel olan şiirler kaleme alan Şah İsmail ile demokrasiyi içine sindirmeyen Humeyni aynı kefeye konulmaz.

    “Sezar’ın hakkı Sezar’a”dır. Osmanlı Padi­şahlarından bir Üçüncü Selim var ki, aydın dü­şünceye açıktır. Bir takım yenilikler yapmak is­ter ama “İstemezük”cüler tarafından boğaz­lanır. “İstemczük”cülerin başlarından olan Ka­bakçı Mustafa bir cani olarak tarihte yerini al­mıştır. Böylesine “kabak kafalılar” her dönem­de türerler.

    Yine Pir Sultan, “Bin çiçekten bir kovana bal işler/ Arıdır hey benli dilber arıdır” der. El­bette öyledir. Çok yönlü düşüncelerin çarpış­masından en güçlü ve sağlamı ortaya çıkar. Bu doğal olarak belli bir uyum içerisinde olmalı­dır. Biz arı kadar da olamıyorsak yazıklar ol­sun! Eğer hep aynı çiçeğe dadanıp ondan bal üretmeye çalışırsak nafile! Çünkü bal, binbir çiçeğin özünden oluşur. İyi düşünceler de öy­ledir. Katılık, bağnazlık her alanda olabilir. Ya­ratıcı olmak bir kalıba sığmaz.

    Halkı yoksulluk içindeyken deniz kıyısında oturup balıklara yem olsun diye altın atan De­li İbrahim gibilerinin ülkesinde kültür ve sana­tın değeri ne ola ki? Bu gibileri için aslolan beşiklerinin sallanmasıdır, haremleridir ve “Bu gece hangi hatunun koynunda yatayım?” sap­lantısıdır. Boşnak’ın mı? Arap’ın mı? Rum’un mu? Çerkez’in mi? Yetmiş iki milletin boy gös­terdiği Osmanlı hareminde saf kan ne arar?

    Bugün Kemalizm maskesi altında Osmanlı­cılık güdenler doğal olarak Pir Sultan’a düş­man olacaklardır. Oysa Kemalizm ile Osman­lıcılık asla uzlaşmaz. İşte konuya ışık tutan “Nutuk” orta yerde.

    Böyle olduğu halde Osmanlı yönetimine ters düşüp asılan büyük bir dehaya sahip çık­mamak içler acısıdır. Konu özellikle Kültür Ba­kanı Sayın Evliyaoğlu’nun ilgi alanı içerisinde­dir. Evliyaoğlu, “evliyalığını” gösterirse ne âlâ! bu sorun da çözüme ulaşmış sayılır.

   Yüzyıllar boyu Anadolu’da gelişip köklenen, dal budak salan kültür değerleri, günümüze mi­ras kalmıştır. Eğer yoğun bir çaba sonucu öz­gür temelde geliştirilirse, bu alanda nitel bir yenileşme sağlanmış olur. Batıyı geride bıraka­cak gelişmelere tanık olunur.

Bilal  Aksoy                

15 Eylül 1983/Antalya          

Somut; Yazko, Haftalık Kültür ve Sanat Dergisi 4 Ekim 1983 İstanbul.