Horasan’dan Gelen Işık
Mevlâna Celaleddin-i Rumi
Horasan’dan Gelen Işık
Mevlâna Celaleddin-i Rumi
Bilal Aksoy
14 Kasım 2015/Ankara
30 Eylül 1207’de İran Horasanı’nın Belh yöresinde doğdu (H. 6 Rebiyülevvel 604). Belh, birçoklarının aktardığının aksine bir kent olmanın ötesinde kente adını veren eski Baktria ülkesiydi. Baktra da denilen bu ülke zamanla Balh (>Belh) şeklinde ifade edilir oldu. Bu yöre aynı zamanda Kuh-i Baba (Baba dağı) mevkisini de içine alıyordu. Budizm ve Zerdüştilik bu ülkede egemen olmuştu. Arap istilalarıyla birlikte, İslamiyet de buralara dek yayıldı. Belh, 1841’de Afganistan sınırları içine dahil oldu. Celaleddin-i Rumi, Belh’de doğduğu zaman Harzemşahlar bu ülkeye egemendiler. Harzemşah Muhammed, 1206’da Belh ve Horasan havalisini egemenliğine almıştı. 1220’de Cengiz Han’ın savaşçılarınca Belh yöresi yıkıma uğradı ve yağmalandı. Bu istila öncesinde Celaleddin’in babası Bahaeddin, ailesi ve yakın akrabalarıyla birlikte İran üzerinden Anadolu içlerine gelerek önceleri Dersim denilen bugünkü Tunceli yöresi civarındaki Bağin kenti başta olmak üzere bir kısım mekânlarda tasavvuf mensuplarıyla görüştüler. Buralarda bir süre kaldılar. Sonraları Dersim yöresi dolaylarındaki (bugünkü Erzincan’ı da içine alıyordu) Akşehir yöresine geldiler. Söz konusu Akşehir’in, kimi tarihçilerin iddialarının aksine Tokat’ın Akşar köyüne lokalize edilemeyeceğini sanıyorum. Birkaç yıl Akşehir yöresinde kaldıktan sonra aynı kafile Konya yöresindeki Philomelion (bal sevenler yeri) kentine uğradılar. Bir olasılıkla bu kafile mensuplarınca ya da önce gelenlerce yeni yerleşilen kente/Philomelion’a Akşehir denildi. O nedenle, Dersim havalisindeki Akşehir ile Konya Akşehiri arasında tasavvufi bir rabıtanın olduğu kanısındayım. Bu cümleden olarak, Dersim aşiretlerinden Kureyşanların ulu önderi Seyyid Mahmud-i Hayrani’nin türbesi Konya Akşehiri’nde bulunmaktadır. Bu bağlamda, Kureyşan aşiretinin ozanlarından Davut Sulari’nin bir deyişinde Alaeddin Keykubat,Seyyid Mahmud-i Hayrani ve Konya’ya dair anlatımlar bulunmaktadır. Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubad’ın annesinin Mazgirt yöresindeki Şadililer’e mensup olduğuna ilişkin bir kısım kayıtlarla karşılaştım.
Celaleddin-i Rumi’nin – henüz Rumi olmadan önce – bir diğer ifadeyle İç Anadolulu olmadan önce ebeveynleri ve akrabalarıyla Şadililer/Şadiyan topluluklarıyla birlikte bu yörelere intikal ettiği yönünde bilgiler mevcuttur. Bu bağlamda, Şadililerin bir kolu olan Okçuyanların şefi Okçu Yusuf’un Celaleddin-i Rumi’nin/Mevlâna’nın babası Seyyid Bahaeddin ile birlikte Mazgirt, Karakoçan ve Kiğı dolaylarına geldiği kimi kaynaklarca aktarılmaktadır. Seyyid Bahaeddin’i Konya havalisine yönlendiren ve oralarda kendisinin itibar kazanmasında Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubad (I)’ın büyük rolü bulunmaktadır. Seyyid Bahaeddin, Konya’da iken bir ara Şam’a giderek ünlü mutasavvıf Muhyiddin-i Arabi ile görüşmüştür. Mevlana’nın babası Seyyid Bahaeddin, 1230’da Konya’da vefat etmiştir. Babasının vefatından sonra Konya medresesinde müdderislik görevini devralan Celaleddin’e “efendimiz” karşılığında Mevlâna denilmeye başlanmıştır. Melevilik tarikatını oğlu Sultan Veled’in oluşturduğu söylenmektedir. Mevleviliğe göre, Cenab-ı Hak her türlü varlıkta tecelli ya da tezahür etmektedir. Bu açıdan, Mevlevilere göre bir Müslümanla bir ateşi kutsal sayan arasında hiçbir fark yoktur. Mevlâna’nın hayatına dair önemli kaynaklardan biri sayılan Eflaki’nin “Ariflerin Menkıbeleri”nde bir takım bilgi yanlışlıkları mevcuttur.
Mevlâna’ya edep nedir diye sorulduğunda “Edebin ne olduğunu arayıp soranlar bilsinler ki, edep, her edepsizin, edepsizliğine sabretmek ve dayanmaktır” demektedir. Bu bilgileri aktaran felsefeci Cemil Sena, babaannesi tarafından Mevlâna soyuna mensuptur. Cemil Sena, dört ciltlik Filozoflar Ansiklopedisi’ndeki “Celaleddin-i Rumi (Mevlâna Muhammed) maddesinde Mevlâna ile ilgili şu aktarmalarda da bulunmaktadır: “Tanrı, bizim huyumuzda, kendisininkine ve kendi suretine göre yarattı. Bizim niteliğimiz de onun niteliğinden bir örnektir.” “Bu alemin direği, gafletten ibarettir. Devlet nedir? Dev, yani (koş) sözcüğüyle let, yani (dayak) sözcüğünden meydana gelen bir söz.” “Akıl, Tanrı gölgesidir. Tanrı ise güneş. Hiç gölge güneşe dayanabilir mi?” “Senin ve benim ruhum, aslında birdir, her ikimiz birbirimizde meydana gelir, birbirimizde kayboluruz. Benimle senin ilgimizdeki anlam, her ikimiz arasında, sen ve ben’in bulunmasından ibarettir.” “Bugün bu şehirde öyle sarhoş olayım ki, beni deli edecek bir akıllı arayayım.”
Mevlâna Celaleddin, Ene’l-Hak (ben Tanrı’yım/Tanrı benim) inancını benimsiyordu. “Ben Tanrı’yım (ene’l-Hak) demeyi insanlar , büyüklük iddiası sanıyorlar. Ben Hak’ım demek, büyük bir alçak gönüllülüktür. Bunun yerine ben Hakk’ın kuluyum, kölesiyim diyen biri, kendi varlığı, diğeri Tanrı’nın varlığı olmak üzere iki varlık ispat etmiş olur. Halbuki, ben Hakk’ım diyen, kendi varlığını yok ettiği için, ene’l-Hak diyor. Yani ben yoğum, hepsi odur.” Kaynak: Mevlâna Celaleddin, Fih-i Mafih, Farsçadan Türkçeye çeviren Meliha Ülker Tarıkahya, 1954, sh.65. Mevlâna soyundan gelen Cemil Sena, Mevlevilerin ve Mevlâna’nın Mesnevi’yi bir vahiy eseri saydıklarını aktarmaktadır. Bkz. Cemil Sena, Hazreti Muhammedin Felsefesi, Remzi Kitabevi, İstanbul 1984, sh. 156. Mevlâna, bir rubaisinde Hallac-ı Mansur’un varlıkların birliğiyle ilgili sözlerinin tartışması yok iken biz can cihanının Bağdad’ında ‘Ene’l-Hak’ der idik diye ifade etmektedir. Mevlâna’nın bu yöndeki sözlerinin Farsça özgün şeklini araştırmacı Abdülkadir Gölpınarlı, Yunus Emre ve Tasavvuf (1961, İstanbul) adlı kitabının 100. sayfasında aktarmaktadır: “Mâ be Bağdad-ı cihân-ı can enel Hak mîzedîm/Piş ezon k’in dâr ü gir ü nükte-i Mansûr bûd.” Tüm bunlara karşın Mevlâna’nın, Hallac-ı Mansur’la ilgili olarak: “Onun söyledikleri bizim söylediklerimiz yanında çok hafif kalır; fakat, biz sır tutmasını bildik” dediği aktarılmaktadır.
Hz. Mevlâna, bedenimizle değil, ruhumuzla insan olduğumuzu belirtirken, “köpeklerin kardeşliği aralarına kemik atılana kadardır” demektedir. Mevlâna şu sözlerin de sahibidir: “Sokak köpeğine ister altın, ister yünden tasma tak, yine sokak köpeği olmaktan kurtulamaz.” “Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız! Bizim mezarımız ariflerin gönüllerindedir.” “İyiler gittiler. Güzel usül ve adetleri kaldı; kötü adamlardan da zulümler ve lanetler!” “Bilgi sınırı olmayan bir denizdir. Bilgi dileyense denizlere dalan bir dalgıçtır.” “Gönlü saf biriyim ben/Benim tekkem alem/Medresem dünya benim/Değilim abalı sufilerden.” “Aşk beni arif etti/İnceltti zarif etti/Ben aşkı bilmez idim/ o beni tarif etti.” “Cübbe ve sarıkla insan alim olmaz. Alimlik insanın zatında olan bir hünerdir. Bu hüner ister ipekli bir kaba, ister yünden bir aba içinde olsun.” “Ey oğul, gönül havuzunun çevresinde dolan; fakat sen sen ol, beden havuzundan sakın.” “Ey kardeşim! Sen fikirden ve düşünceden ibaretsin. Senin varlığın bunlardandır. Geri kalan sinir ve kemiktir ki, onlar hayvanlarda da vardır.” “İnsanla hayvan arasındaki fark, edeptir.” “Dünyanın şekli yumurta biçimindedir. Güneşten kopup hızlı alev alev döndü. Sonra ateşi sönünce, dış kabuk çatlayıp kırıldı. İçinden çıkan buhar ak kısım, havamızı (yani atmosferi) teşkil etti. Yumurtanın sarısı kara ve denizleri meydana getirdi. Nihayet üzerinde hayat fışkırdı.” “Bir insanda kendini yüksek görme, hırs ve şehvet, konuşurken soğan gibi kokar.” “Kargalar ötmeye başlayınca bülbüller susar.” “Felsefenin bana çok faydası oldu.”
Mevlâna’nın tasavvuf inancını kendine özgü üslupla ifade ettiği bilinmektedir. Bir rubaisinde: “Aşk kâfiriyiz biz, Müslüman başka/ Ufacık karıncayız biz, Süleyman başka/ Bizden sarı bir yüz iste, ciğer parçası iste/İpekli kumaş satan bezirgan başka” demektedir. Bir başka rubaisinde: “Ben hâcetler kıblesiyim/Gönlün kıblesiyim ben/ Ben Cuma mescidi değilim/İnsanlık mescidiyim ben” sözleriyle bakış açısını belirtmektedir. Mevlâna’nın şu rubaisi insanın tüm kötülük ve iyilikleri kendisinde araması gerçeğini ifade etmektedir: “Ey Tanrı kitabının örneği, insanoğlu/Ey şahlık cemalinin aynası mutlu varlık/ Her şey sensin, âlemde ne varsa senden dışarda değil/Sen ne ararsan kendinde ara, çünkü her varlık sende.”
Mevlâna üzerine çalışmalarıyla da tanınan Cumhuriyet dönemi aydınlarından Konya doğumlu Neriman Hikmet, Mevlâna’nın din ve mezhepleri teferruat gören bir şiirini aktarmaktadır. Bu şiirinde Mevlâna şu ifadeleri kullanmaktadır: “Müslümanem, ben kalender ve harabat/Yerim meyhanedir, işim melamat/Ne zahidem, ne zühdüm var, ne ilmim/Ne tâat bilürem, ne hod ibadat/Ne dinim var, ne mezhebim, ne kıblem/Ne mescid bilürem, ne ban-ı Kamat/Benim tek bir meziyetim bunlar içinde/Veli aşka getirmiş olduğum iradat/Çıkıp meyhaneden gülbenk ururken/Harabatım, harabatım, harabat/Eya Molla Celaleddin bu ne sırdır/Adın zahid, özün rind ve harabat.” Bkz. Neriman Hikmet, Mevlâna (Bilimsel Gerçekçilik Açısından Varoluş Felsefesi), 1.baskı, 1975 İstanbul, sh.77. Anımsatmam gerekir ki, meyhaneler o vakitler birer tasavvuf tekkeleriydiler; bugünkü gibi sadece içki içilen mekânlar değildi. Bu ünlü tasavvuf mensubunun belirttiğim dizeleri ifade etmesinin nedeni “Ene’l-Hak” inancına sahip oluşundandır. Bu inanca göre, dinler ve mezhepler birer teferruattır; aslolan kötülüklerden arınıp Tanrısal düzeye erişmektir. Konya Turizm Derneği Başkanı Fevzi Halıcı 16 Aralık 1989 tarihli Cumhuriyet gazetesinde Mevlâna’ya ilişkin şu açıklamayı yapıyordu: “Mevlana’yı dini kalıplara sokmaya uğraşıyorlar. Oysa Mevlana’nın din adamı olma iddiası yok. O bir tasavvuf şairi ve düşünürüdür. Tüm yaşamı boyunca, ancak yedi kez camide vaaz etmiştir Mevlana. O da Şems-i Tebrizî’ye rastlamadan öncedir.”
Eski valilerden bir Mevlâna tutkunu olan Mehmet Nazım Paşa’nın torunu Nazım Hikmet ilk gençlik yıllarında dedesi gibi Mevlevi idi. Nazım Hikmet Ran’ın “Mevlâna” başlıklı şiiri şu dizelerden oluşmaktadır: “Sararken alnımı yokluğun tacı/Silindi gönülden neşeyle acı/Kalbe muhabette buldum ilacı/Ben de müridinim işte Mevlâna// Ebede set çeken zulmeti deldim/Aşkı içten duydum, arşa yükseldim/Kalpten temizlendim, huzura geldim/Ben de müridinim işte Mevlâna.”
17 Aralık 1273 (H.5 Cemaziyelahir 672) tarihinde Konya’da vefat eden bu ulu mütefekkiri saygıyla anıyorum.