Çayda ÇıraYöresel Bir Oyunun Tarihsel Arka Planı
Yöresel Bir Oyunun Tarihsel Arka Planı
Bilal Aksoy
20 Şubat 2016/Ankara
Elazığ yöresini sembolize eden bir oyun havası. Önceleri bir bayan ve bir bay tarafından da icra ediliyormuş. Günümüzde fazla sayıda oyuncuyla ekip oluşturulmaktadır. Buna karşın, bay ve bayan eşit sayıda kişiyle temsil edilmektedir. Her bir oyuncunun her iki elinde birer tabak ve bu tabaklarda yanan üçer mum bulunmaktadır. Bu oyun havasının notalarında da üç muma paralel olarak nota üçlemeleri yapılmaktadır. İlk gençlik yıllarımda Elazığ’da izlediğim Çayda Çıra ritüellerinde Bektaşi semahlarını andırır görüntüler vardı. Bazen her iki eldeki mumların olduğu tabaklar baş hizasına doğru kaldırılarak havada birleştiriliyordu. Günümüzde yaygın olarak göbek hizası altında tabaklar uzun süre yan yana tutuluyor ki, bence iyi bir figür oluşturmamaktadır. Bir kişi tarafından her iki eldeki tabaklar birleştirildiğinde altı mum; bay ve bayan iki kişi karşılıklı tabakları birleştirdiğinde on iki mum yan yana geliyordu. İlk Çağdan bu yana kutsanan bu sayılar sayı mistisizminde itibarlaşmışlardır.
Elazığ, tarihteki adıyla Harput çeşitli kavimlerin adeta kavuştak yöresiydi. Birbirlerinin şarkılarını, oyunlarını benimseyerek kendi dillerinde terennüm edip icra-ı sanat eylemişlerdir. Bu insanların ilişkileri, muhabbetleri, esprileri; oldukça insani düzeydeydi ve imrenilecek bir durumdaydı. Buna bağlı olarak kültürleri de karşılıklı etkileşim içindeydi. Bu açıdan, yöreye ilişkin şarkı ve oyunların kime ait olduklarından çok; söz konusu şarkı ve oyunlardaki ritüellerin hangi kültürlerdeki unsurlarla benzeşim içinde oldukları incelenmeye değerdir.
Çayda Çıra‘daki üç mum İlk Çağdan itibaren eski uygarlıkların üç tanrı inançlarıyla da bağlantılıdır. Bu yörede uzunca süre kültürlerini miras bırakan Urartularda bu olgu belirgindi. Onların tanrılarının sonu ini sözüyle bitmekteydi. İni, yöredeki Kürtlerce Cuma günü karşılığında ifade edilmektedir. Bu açıdan, Cuma gününün Müslümanlardan önceki uygarlıklarca – başta Urartular olmak üzere – kutsal sayılmış olması mümkündür. Cuma akşamları, bu yörede ölülerin ruhları aydınlansın diye bal mumları üçer üçer olmak üzere evlerin dış taraflarına tutturulurdu. Yöredeki eski Süryani düğünlerinde kadınlar ve erkeklerce içinde kına bulunan tepsiler bir tür oyunlarla dolaştırılırdı. Bu tepsilerde üç adet büyük mum ve çevresinde on iki adet de küçük mum bulunurdu. Büyük mumların, “Baba-Oğul-Kutsal Ruh”u; on ki küçük mumun da Hz. İsa’nın on iki yoldaşını simgelediği kanısındayım. Bu mumlar yakılı bir şekilde kalabalık arasında birtakım ritüellerle gezdirilirdi. On iki sayısına dayalı Süryani geleneği, kadim bir Semitik halk olan İbranilerce de biliniyordu. Bunun bir neticesi olarak, İsraillilerin on iki kabilesi; Antik Yunanlıların on iki İon kentleri de konumuz açısından birer numunedirler. Aynı kutsama Müslümanlıkta da on iki imam inancı ile devam ettirilmiştir. Kur’an-ı Kerim’in Tevbe suresi 36.ayetinde “Allah katında ayların sayısı on ikidir” denilmektedir. Bu örneklemeler on iki sayısının tarihsel kutsallığını vurgulamaktadırlar. Harput Süryanilerinin düğünlerinde, tepside üç büyük mum ve on iki küçük mum gezdirilirken kalabalık arasında zılgıt atanlar olurdu. Düğünlerde, dini merasimlerde ve savaşlarda zılgıt atılması Sami halklara özgüydü. Heyecan yaratmak ve karşılarındakiler üzerinde etkili olmak amacıyla bu yola başvuruluyordu. Zamanla Anadolu’nun güneydoğusundaki Türkmenler ve Kürtler arasında da zılgıt yaygınlaşmıştır. Buna aslında helhele denmektedir. Bir Kerkük türküsünde “Helhele verin geline /Deste gül verin eline” denilerek helhelenin düğünlerdeki işlevine değinilmektedir. Genellikle, düğünlerde gelin evden yolcu edilirken ya da karşılanırken helhele haykırılmaktadır. Helhele, dilin çıkardığı doğal sesi ifade etmektedir.
Öte yandan üçlü kombinezonlar, başlangıçta ta belirttiğimiz üzere İlk Çağdan bu yana biliniyordu. Eski Mısırlıların İsis, Osiris ve Horus üçlemesine; Eski Hindlilerin Brahma, Vişnu ve Shiva üçlemesi ile Eski Yunanlıların Artemis, Selene ve Hekate üçlemesi eklenebilir. Hatti’lerin güneş kurslarından olan, ünlü heykeltıraş Prof. Mustafa Nusret Suman tarafından 1978 yılında yapılan ve Ankara Sıhhiye Meydanı’na konulan heykelde üç geyik motifi yer almaktadır. Buradaki geyik figürleri barışı temsil etmektedir. Hattilerin diğer güneş kurslarında ise üçerli üç grup halinde güneş ışıklarını temsil eden çubuklar yer almaktadır. Bu çubukların altında ise sallanınca ses çıkarsın diye üç daire şeklinde halkalar bulunmaktadır. Hattilerin güneş kursunda bu ışın çubukları on ikiye tamamlanmıştır. Anlaşılacağı üzere Hattilerin bu son güneş kursunda hem üçleme, hem de on iki sayısı belirmektedir. Hatti güneş kursu sembolleri, Hatti krallarının ve dolayısıyla imparatorluğun bir tür alemleri sayılıyordu. Eski Yunan Tanrısı Poseidon’un üç başlı mızrağı bulunuyordu. Tarihsel olarak muskaların üçgen şeklinde yapılması, Musevilerin ayin ve sair törenlerinde üçgen şeklinde keklerin dağıtılması, üç sayısının nasıl kutsandığına dair örneklemelerdir. Hıristiyanlıktaki Baba–Oğul–Kutsal Ruh ve Müslümanlıktaki Hak–Muhammed–Ali üçlemeleri bu tarihsel geleneğin birer tezahürleridir. Tevrat’ın çıkış bölümünde (bkz. Bap 25) şu ifadeler dikkati çekmektedir: “ Ve halis altından bir şamdan yapacaksın; şamdan, ayağı, ve direği dövmeci işi olacak; kadehleri, yumruları, ve çiçekleri kendinden olacaklar; ve şamdanın üç kolu bir yanından, ve şamdanın üç kolu öbür yanından olmak üzre, onun yanlarından çıkan altı kol olacaktır; bir kolda badem çiçeği şeklinde üç kadeh, bir yumru ve bir çiçek, öbür kolda badem çiçeği şeklinde üç kadeh, bir yumru ve bir çiçek olacak; şamdandan çıkan altı kol için böyle olacaktır”. Eski İbranilerde 3 kollu ve yedi kollu şamdanlar bulunuyordu. Yedi kollu şamdan Yahudilerin en eski sembollerinden sayılıyordu. İçine zeytinyağı konularak yakılıyor ve tapınaklar aydınlatılıyordu. Bu yedi kollu şamdanlara Menora deniyordu. Eski İranlıların ateş kulelerine de Menare deniyordu ki, günümüzdeki minareler bu Menora ve Menarelerin birer devamı niteliğindedir. Bununla birlikte, Mecusilerde mum yakma geleneği vardı ve ölüler ruhunu aydınlatma anlayışı söz konusuydu.
Elazığlıların genel kanısınca Çayda Çıra Haringet Çayı kenarında yapılan bir köy düğününden kalmadır. Diyarbakırlılar ise Evliya Çelebi’nin 1656 yılında Diyarıbekir’e yaptığı ziyaret sonucunda Dicle nehri kenarında yapılan sazlı sözlü eğlence ve oyunları dile getirmesini Çayda Çıra ile ilişkilendirmektedirler. Buna göre, Evliya Çelebi; bal mumu, şamdan ve kandillerin ışığında Dicle nehri kıyısındaki oyun havalarını ve nehirde bir tahta üzerine tutturulup yüzdürülerek yakılan mumların geceyi aydınlatışını anlatmaktadır. Yarım yüzyıldır Diyarbakırlılarla Elazığlılar arasında Çayda Çıra’yı sahiplenme duygusuna dayalı tartışmalar devam etmektedir. Buna karşın, adı geçen oyunun mevcut haliyle Elazığ yöresinde yaygın olarak icra edildiğini söylemek mümkündür. Kadim Harput Süryanilerinin üç gün üç gece süren kendi düğünlerinde Çayda Çıra’yı oynadıkları birtakım anlatımlarla doğrulanmaktadır. Melodikal olarak bu oyun havasının Süryani musikisine özgü ritimler içerdiği söylenebilir. Yine de figürsel olarak Çayda Çıra’da Mecusilikten, Hıristiyanlıktan ve Bektaşilikten birtakım izlerin algılanmasını yadırgamamak gerekir.
Öte yandan, Elazığ Türkmenlerinin kendilerine özgü gazellerini, Antep yöresinin baraklarıyla ve Kırşehir yöresinin bozlaklarıyla birleştirdiğimizde, Anadolu musikisinin kendine özgü kültürel zenginlikleriyle karşılaşmaktayız. Bu çeşitlilik, Çayda Çıra oyununda da içselleştirilmiştir. Öyle ki, Çayda Çıra oyununda, her topluluk bir yönüyle kendini bulmaktadır. Bu yönüyle, Çayda Çıra Harput yöresindeki tarihsel kaynaşmışlığa dayalı kültürel zenginliklerin en güzel ifadesidir. Harput/Elazığ yöresi maya, divan, nevruz, İsfahan, elezber, kürdi, varsağı, beşiri, şirvan, müstezat ve muhalif gibi makam çeşitlerinin olduğu bir coğrafyadır. Hiç kuşku yok ki, bu makamlardan bir kısmı komşu illerde de icra edilmektedir. Öte yandan, Fırat Üniversitesi Harput Uygulama ve Araştırma Merkezi tarafından 23-25 Mayıs 2013’te yapılan “Geçmişten Geleceğe Harput Sempozyumu”na Dr. İshak Tanoğlu tarafından sunulan “Harput Süryani Kadim Ortodoks Meryem Ana Kilisesi’nin Dünü ve Bugünü” başlıklı bildirgede: “Harput kilise makamları, halk müziğiyle aynıdır. Hicaz, Hüzzam, Rast, Uşşak, Kürdi, Saba, Hüseyni gibi temel makamlar var. Harput’un mahalli makamları olan Elezber, Divan ve İbrahimiye gibi makamlar bizim kilise dualarında kullanılan makamlardır” denilmektedir. Tanoğlu’nun bildirgesinden edindiğimiz bilgilere göre, 1148-1151 yılları arasında Süryani Patrikhanesi görevini üstlenen Harput Meryem Ana Kilisesi üç bölümlü olarak inşa edilmiş ve üç penceresi bulunmaktadır. Bu pencereler “Peder – Oğul ve Ruh’ul Kudüs”ü sembolize etmektedir. Kadim Süryaniler, düğünlerinde üç mumla oynamışlardır ki, buradaki üç mum adı geçen üçlemeye istinat etmiş olabilir. Yukarıda da açıkladığımız üzere, Müslümanlar da bu tarihsel üçlemeyi kendi inançlarına göre düzenleyerek “Hak-Muhammed-Ali” şeklinde ifade etmişlerdir. Elazığ musikisi ile ilgili birtakım kaynaklar, Şirvan makamında olduğunu belirttikleri Çayda Çıra‘nın Harput bucağından derlendiğini aktarmaktadırlar. Bu bağlamda, Harput Süryanilerinin düğünlerindeki çıralarına dayalı bu üçlemelerin elbette kadim bir temeli vardır. Bu nedenle, söz gelimi, Hurri tanrısı Teşup elinde üç yıldırımla tasvir edilmiştir. Bu tasvirle ilgili olarak bkz. Necmettin Ersoy, “Semboller ve Yorumlarla Görünenden Görünmeyene”, İstanbul 1990, sh. 24-27. Sumer tanrılarından An–Enlil–Enki üçlemesiyle birlikte, bir üçleme de Hurrilerde yapılıyordu: Teşup–Heva–Sarruma üçlemesi. Bu üçlemeye Kürşat Demirci, “Dinlerin Dejenerasyonu” adlı kitabının (İstanbul 1985) 64-69. sayfalarında değinmektedir. Urartularla ilgili kaynaklarda ise, Haldi–Teşup–Ardini üçlemesiyle karşılaşmaktayız. Bu üçlemeleri Eski İran inançlarında da görmekteyiz: Mithra (güneş)-Mah (ay)- Zam (toprak) ; Atar (ateş)- Apam/Nabat (su)- Vahyu (yel) ; Ahuramazda–Mitra –Anahita gibi… Eski Mısır’da Ra–Horus–Osiris; Eski Hind’de Brahma–Şiva–Vişnu konumuz açısından başka örneklerdir.
Çayda Çıra türküsündeki “Nanay güzelim nanay” tekerlemesindeki nanay ifadesi bir kısım başka türkülerde de yer almaktadır. Yine bir Elazığ türküsü olan “Bahçede yeşil çınar/Boyu boyuma uyar” dizeleriyle başlayan türkünün nakaratında da “nanay” seslenişleri yer almaktadır. “Karanfil dosta gider/Ha ha ha nanay” dizeleriyle başlayan türküdeki nanay tekerlemesiyle Kilis yöresine ait “Kundurama kum doldu/Atmaya yürek gerek” dizeleriyle başlayan türküde nakarat şeklinde “Aman başım nanay/Ağrıdı dişim nanay/Çok içmişim nanay” diye devam eden nanay tekerlemesi de dikkatimizi çekmektedir. Muzaffer Sarısözen tarafından Artvin yöresinden derlenen “İndim dereye ırmağa/ Hoy nanay da cilveli oy nanay da” türküsünde de nanay seslenişiyle karşılaşmaktayız. Bütün bu türkülerdeki nanay ifadesi Sumerlilerin ay tanrısı Nanna’nın kızı İnanna ile ilişkilidir. Sumerce nanna sözü ‘ışık saçan’ demektir ki, ay tanrısı özelliğine özgü bir adlandırmadır. Ay tanrısı Nanna, zamanla Sin adıyla da ünlendi. Nanna’nın kızı tanrıça İnanna, aşkı, bereketi ve üretkenliği sembolize ediyordu. Hurri tanrıçalarından Hannahanah’la ilişkili olması mümkündür. İnanna, Akadlarda İştar, Musevilerde Astarte, Yunanlılarda Afrodit, Romalılarda Venüs adlarıyla varlığını devam ettirmiştir. İnanna, çoban tanrısı Dumuzi ile evlenmiştir. Temmuz ayının adı Dumuzi adından dönüşmüştür. İnanna adına benzer olarak, Batı Anadolu’da Sakarya ırmağının kızı sayılan su perisi Nana‘dan söz edilmektedir. Azra Erhat “Mitoloji Sözlüğü”nde, Halikarnas Balıkçısı ise “Hey Koca Yurt” kitabında su perisi Nana‘ya değinmektedirler. Su perisi Nana‘nın tanrıça İnanna‘nın bir devamı olması olasıdır.
Bir yönüyle de, başta Çayda Çıra olmak üzere Elazığ türkülerinin makamlarının İran Horasanındaki bir kısım kentlerin adlarını taşıması, Elazığ Türkmenlerinin de İran Horasanı’ndan bu yöreye intikal ettiklerini destekler niteliktedir. Merhum Fikret Memişoğlu (1915-1968) tarafından yazılan ve 1966’da İstanbul’da yayımlanan “Harput Ahengi” adlı kitabın 11.sayfasında yer alan aşağıdaki anlatımlara ben de katılıyorum: “Divan ve nevruz makamlarındaki ağır bestelerin Artukoğulları ve Uzun Hasan’ın Harput’taki saraylarında mehter takımları tarafından çalındığı, bu eserlerin Horasan erlerinden (erenlerinden BA) miras kaldığı türkülerde adı geçen İsfahan, Şiraz ve Şirvan gibi Türklerin bulunduğu yakın Asya şehirleri bu rivayeti gerçekleştirmektedir.” Tıpkı bunun gibi, Çayda Çıra da yöre insanlarının yerleştikleri coğrafyada kendilerinden önceki halkların inançlarından ve kültürlerinden etkilenerek oluşturdukları bir oyun türüdür. Bu oyun türü zamanla ya olduğu şekliyle ya da farklı formatlarla devam ettirilmiştir.