Mehmet Âkif Ersoy
Algılanmayan Yönleriyle

 

Bilal  Aksoy     

3 Ekim 2018/Ankara     

     1873 yılında İstanbul’da doğan Mehmet Âkif’in babası Tahir Efendi, Arnavutluk ülkesinin İpek kasabasına bağlı Suşitsa köyündendir. Osmanlının İpek dediği kasaba, Balkan Dilleri’nde Peć, Peja, Pejë şekilleriyle bilinmektedir. Anlatıldığına göre, İpeklizade Arnavut Tahir Efendi (1826/Kosova-1888/İstanbul), Kosova’nın birçok yerini gezmiş, yaşadığı köyün daha yaşamaya uygun olduğunu görmüş. Bir tepede kurulu olan Suşitsa, ticari ve kültürel ilişkilerini Osmanlının İpek dediği şehirle sürdürmüştür. İpek’in nüfusu günümüzde yüz bini geçkindir. Önceleri Osmanlı devletinin bir yerleşim yeri olan İpek, 22 Mart 1913 tarihinde yapılan Londra Sefirler Toplantısında Sırbistan’a dahil edilmiştir. Suşitsa köyünden Tahir Efendi, ilk gençlik yıllarına doğru İstanbul’a gelip yerleşti. Tokat’lı Derviş Mehmet Efendi’nin vefatı üzerine iki çocuğuyla İstanbul’da yaşayan Emine Şerif Hanım’la evlendi. Âkif, bu evliliğin ilk ürünüdür. Emine Şerif Hanım’ın ilk eşinden kalma Sarı-güzel’deki evde doğan Âkif, Fatih Yangını sırasında bu evin de yanmasıyla Mülkiye Baytar Mektebi’ne sınavla yatılı olarak girmeyi başarmıştır. İlkokulda Türkçe dersi alan Âkif, babası Tahir Efendi’den dinî bilgiler ve Arapça öğrenmeye başlamış. İstanbul’daki bir kısım hocalardan Arapça, Farsça ve Fransızca dersleri almıştır. Mülkiye Baytar Mektebi’nden birincilikle mezun olduktan sonra 1898’de Tophane-i Âmîre veznedarı Emin Bey’in kızı İsmet Hanım’la evlenmiştir. Bu evliliğinden Cemile, Feride, Suadi, İbrahim Naim, Emin ve Tahir adlı çocuklarının olduğu bilinmektedir. Âkif, 750 kuruş maaşla Umûr-i Baytarîye ve İslâh-ı Hayvanat Umum müfettiş muavinliğine tayin edilmiştir. Bu kurumda son olarak müdür muavini olarak görev yapmıştır. Bir süre sonra İstanbul Dârü’l-Fünûnu Edebiyat-ı Umûmîye müderrisliğine (profesörlüğüne) tayin edilmiştir. Mehmet Âkif (1873-1936), bu yıllarda kendisinden bir yaş büyük olan Babanzade Ahmet Naim Bey’le dostluklarını ilerletmiştir. İstanbul Darü’l-Fünûnu umum müdürü (rektörü) ve felsefe müderrisi (profesörü) olan Babanzade Ahmet Naim Bey (1872-1934), Süleymaniye’nin aristokrat Kürtlerinden Babanzade ailesine mensuptu. Ahmet Naim Bey, Adana, Yanya ve Hicaz valisi olarak görev yapan Babanzade Mustafa Zihni Paşa’nın (1850/Süleymaniye-1929/İstanbul) oğludur. Kardeşi Ord.Prof. Dr. Şükrü Baban, 17 Aralık 1918’de İstanbul’da kurulan Kürt Teali Cemiyeti’nin genel sekreteri idi. Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya, “Türkiye’de Siyasal Partiler” adlı kitabında adı geçen cemiyetin kurucuları arasında Babanzade Hikmet Bey’in de adını belirtmektedir.1 Söz konusu cemiyetin kurucuları arasında Bedirhan Paşa, Babanzade ve Cemil Paşa ailesinden kimseler mevcut idi. Mehmet Âkif’in can dostu Ahmet Naim’in kardeşi Babanzade İsmail Hakkı Bey (1876-1913) 1908’de Bağdat milletvekili seçildi; 1910’da Devlet-i Âliyye’nin Maarif Vekili (Eğitim Bakanı) oldu. Sonraları Mülkiye ve Hukuk Mekteplerinde anayasa hukuku dersleri veren İsmail Hakkı Bey, ders verirken vefat etmiş ve Beyazıt Camisi’nin avlusunda toprağa verilmiştir (1913). Mustafa Kemal, İsmail Hakkı Bey’in “Anayasa Hukuku” adlı kitabını değerli ve önemli bir kaynak olarak görmüştür. Meşrutiyet döneminde Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda adı Babanzade İsmail Hakkı Bey yerine kasten “Yabanzade” diye okununca yerinden seslenerek “Babandır, Baban” diyerek gülüşmelere yol açmıştır. İstanbul Darülfünunu 1 Temmuz 1933’de lağvedilince Ahmet Naim Bey açıkta bırakılmıştır. Bilindiği üzere bu kuruluş, İstanbul Üniversitesi adıyla varlığını devam ettirmektedir. Dr. Şükrü Mehmet (Sekban), Babanzade Ahmet Naim Bey’i kendisiyle birlikte 1908’de İstanbul’da kurulan Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti’nin kurucusu ve yönetim kurulu üyesi olarak belirtmektedir.2  Mehmet Âkif’in “ashaptan sonra en sevdiğim kişi” dediği Ahmet Naim Bey, 14 Ağustos 1934 Pazartesi günü öğle namazı esnasında secdeye eğilirken kalp krizinden vefat etmiştir. Edirnekapı mezarlığına defnedilen Babanzade Ahmet Naim Bey ile Mehmet Âkif Ersoy yan yana defnedilmeyi vasiyet etmişlerdir. Mehmet Âkif’in oğlu Emin Âkif (1908-1967), babasıyla Mısır’da bulunduğu sürede Naim Bey’in öldüğünü haber aldığında “babamın bu kadar içten ağladığını hiçbir zaman görmemiştim” diyerek “Bir gün anavatanıma dönebilirsem beni onun yanına gömünüz” dediğini aktarmaktadır.3 Ahmet Naim Bey’in öğrencisi iki dönem (1954-1960;1969-1976) Türk Dil Kurumu başkanı olarak görev yapan felsefe tarihçisi Prof.Dr. Macit Gökberk de hocasına olan hayranlığını gizleyememiştir.  1974 yılı Nisan ayında “Felsefe Tarihi” kitabının yeni baskısı için makamında ziyaret ettiğim bu beyefendi felsefe hocasıyla kısa süreli bir görüşmem olmuştu. Öte yandan, Elmalılı Hamdi Yazır da Ahmet Naim Bey’in dostlarındandı. Naim Bey vefat edince Elmalılı şu ifadelerle can yoldaşını anar: “Verdi ser Hamdi bu tarihe cihan/Secdede gitti Hüdaya Naim.” Ahmed Hamdi Akseki, hadislerin tercüme işini Mehmet Âkif’e her teklif ettiğinde Âkif’in şu sözleriyle karşılaşır: “Ahmet Naim’e müracaat ediniz o bunu benden daha iyi yapar.” Bu bağlamda, Naim Bey, hadislerin tercümesini bir hayli yapmış; öldükten sonra da başkaları bu görevi üstlenmiştir. Mehmet Âkif, onun bu yeteneğinden oldukça etkilenmiştir. O nedenle, “Naim denince içimde bir yanardağ tüter” demiştir.4 Gerek Mehmet Âkif ve gerekse de Ahmet Naim Bey, milliyetçilik akımlarının Müslümanı Müslümana düşman yapacağı kanısında idiler. Babanzade Ahmed Naim Bey, “İslam’da Davayı Kavmiyet” başlıklı makalesinde bu konuyu işliyordu.5 Mehmet Âkif ise milliyetçilik ya da kavmiyetçiliği bir Frenk hastalığı olarak görüyordu. Talat, Cemal ve Enver paşaları bir şiirinde “üç beyinsiz” olarak belirten Âkif, şu dizelerinde onları eleştirmektedir: “Üç beyinsiz kafanın derdine, üç milyon halk,/Bak nasıl doğranıyor? Kalk, baba, kabrinden kalk! /Diriler koşmadı imdadına, sen bâri yetiş…/Arnavutluk yanıyor… Hem bu sefer pek müdhiş!”6 Âkif, ittihatçıların icraatlarını bir başka şiirinde şu sözlerle tenkit etmektedir: “Ne bir yaşındaki ma’sûm için beşikte hayat; /Ne seksenindeki mazlûm için eşikte necat; /O, baltalarla kesiktir; bu, süngülerle delik…/Öbek öbek duruyor pıhtı pıhtı kanla kemik. /Bütün yıkılmış ocak, başka şey değil görünen; /Yüz elli bin bu kadar hânümânı buldu sönen! / Siz ey bu yangını izhâr eden beş altı sefîl, / Ki ettiniz bizi Hırvat ile Sırb’a rezîl! / Neden hükûmete (özgün metinlerinde halifeye diye yazılmış. BA) Kur’an’la bağlı Arnavud’u /Ayırdınız da harâb ettiniz bütün yurdu? /Nasılmış, anlayınız iddiâ-yı kavmiyyet? /Ne yolda mahvoluyormuş bakın ki bir millet! / Siz, ey bu zehri en evvel kusan beyinsizler! /Kaçıp da kurtuluruz sandınız… Fakat, ne gezer!/Bugün belânızı bulmuş değilseniz, mutlak, /Yarınki sâikalar beyninizde patlayacak!”7 Âkif, ayrımcılık yapmamasına rağmen Arnavut kökenli olduğu gerekçesiyle aleyhinde yapılan dedikodulara şu cevabı vermiştir: “Bunu benden duyunuz, ben ki, evet, Arnavudum…/Başka bir şey diyemem…İşte perişen yurdum!”8

    Mehmet Âkif’in oğlu Emin Âkif Ersoy, babası için şu belirlemede bulunmaktadır: “Mütedeyyindi, fakat asla softa değildi. (…) Yobazlardan nefret eder, kadınların çarşaf giymeye varan tesettürüne aleyhtar bulunurdu. Dinin birtakım softalar elinde şirazesinden çıktığını daima söylerdi.”9 Faruk Nafiz Çamlıbel, “Nasıl Tanıdım” başlıklı makalesinde “şapka takmadığı için Mısır’a gitti” söylentilerine cevap niteliğindeki Âkif’in görüşlerini aktarmaktadır: “serpuş değiştirmek bence mühim bir mesele değildir; şapka da kalpak da müsâvî.. Elverir ki kafaları değiştirmeli. Bunu yapabiliyor muyuz, mes’ele burada!”10 Âkif, birtakım sarıklı vaizlerin vaazlarına da itibar etmemiştir. Bu bakımdan, şu dizeler de onundur: “Sıcakta kan tere batmak? Namazsa maksad eğer:/ Sağın, solun dolu mescid, beğen beğen dalıver. /Namaz değil yalınız maksadım… Bugün bir adam/Çıkıp da va’z edecek öğle üstü halka…/Tamam!/Zamânıdır oturup, şimdi herze dinlemenin;/O yâve-gûları hâlâ, adam, deyin beğenin!/Sarıklı milletidir milletin başına belâ…/Fakat, umûmunu birden batırmak iş değil a!/Bilir misin ne dehâlar yetişti medreseden?”11

    Toplumun içine sürüklendiği cehaleti de eleştiren Âkif, o günkü şartlarda bu durumun vahim olduğu kanısındadır: “Felâketin başı, hiç şüphe yok, cehâletimiz;/Bu derde çâre bulunmaz -ne olsa- mektepsiz. /Ne Kürd Elifbeyi sökmüş, ne Türk okur, ne Arab;/Ne Çerkes’in, ne Lâz’ın var bakın, elinde kitab! /Hülâsa, milletin efrâdı bilgiden mahrûm.”12 Âkif, Gözleri önünde kavimler çekişmesi sonucu dağılan koca ülkenin hazin durumuna içten içe acıyordu. Bu dağılmayı artık durdurup ortak paydada kenetlemek için İslamiyetin saf ve halis değerlerine dayanılması gerekliliğini hissediyordu. Oysa, zamanın sözde müslümanlarının bu halis değerlerden nasıl uzak olduklarını algılıyordu: “Müslümanlık nerde! Bizden geçmiş insanlık bile…/Âlem aldatmaksa maksad, aldanan yok, nâfile! /Kaç hakîkî müslüman gördümse: Hep makberdedir;/Müslümanlık bilmem amma, gâlibâ göklerdedir!”13 İslam’ın bir geriletici unsur olmadığını da belirten Âkif, cesareti nedeniyle Haydar (aslan) lakabıyla da bilinen Hz. Ali’deki derin bilgi (irfan-ı amik) ve Hz. Ömer’deki adalet anlayışına gönderme yapmaktadır: “Nereden gelmiş o Haydar’daki irfân-ı amîk? /Önce dehşetli zıpırken, nasıl olmuş da, Ömer, / Sonra bir adle sarılmış ki: Değil kârı beşer?”14 Bilim ve sanatın evrenselliğini de benimseyen Âkif, bu yöndeki fikirlerini şu dizelerle ifade etmektedir: “Alınız ilmini Garbın, alınız san’atini;/Veriniz hem de mesâînize son sür’atini. /Çünkü kâbil değil artık yaşamak bunlarsız; / Çünkü milliyeti yok san’atin, ilmin; (…)”15 Halkları birbirine düşman edenlere de kızgın olan Âkif, bunların Tanrı tarafından cezalandırılmamış olması nedeniyle sitem etmektedir: “Yâ Rab, bu ne hüsrandır, İlâhi bu ne zillet? / Mazlûmu nedir ezmede, ezdirmede ma’nâ? / Zâlimleri adlin, hani, öldürmedi hâlâ! / Cânî geziyor dipdiri…Can vermede ma’sûm! / Suç başkasınındır da niçin başkası mahkûm?(…)/ Dul kaldı kadınlar; babasız kaldı çocuklar; /Bir giryede bin âilenin mâtemi çağlar!” Bu şiirde Tanrı’nın neden zalimlere gücünü göstermediği sorgulanmaktadır: “Yâ Rab, bu uğursuz gecenin yok mu sabâhı?/(…) Nûr istiyoruz…Sen bize yangın veriyorsun!/ ‘Yandık!’ diyoruz…Boğmaya kan gönderiyorsun! (…) Ağzım kurusun…Yok musun ey adl-i İlâhî!”16 Âkif, toplumun dışında kendini izole eden değil, toplumun içinden duygularını yansıtan bir kişiliğe sahiptir: “Canım sıkıldı dün akşam, sokak sokak gezdim; / Sonunda bir yere saptım ki, önce bilmezdim./Bitince bir sıra ev, sonra bir tane virâne,/Dikildi karşıma bir han kılıklı meyhâne:/Basık tavanlı, karanlık, sefil bir dükkân;”17 Âkif, Abdülhamit’i baskıcı yönetiminden dolayı kınamaktadır: “Düşürdün milletin en kahraman evlâdını ye’se… /Ne mel’unsun ki rahmetler okuttun rûh-i İblis’e”, “Gölgesinden korkan ödlek / Korkuttu bizi otuzüç yıl şeriat diyerek.” Âkif, İslamın kutsal kitabının ölüler için değil diriler için okunmasını doğru bulmuştur. “Kur’an’a Hitab” başlıklı şiirinde “Ya açar Nazm-ı Celil’in, bakarız yaprağına; / Yahud üfler geçeriz bir ölünün toprağına/ İnmemiştir hele Kur’an, bunu hakkıyla bilin, / Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için!”

    Mehmet Âkif Ersoy’un tanıştığı insanlardan biri de Diyarbekirli Sait Paşa’nın oğlu ve şair Ali Faik Ozansoy’un ağabeyi Süleyman Nazif (1870-1927) idi. “Mehmet Âkif” başlıklı ilk kitabı yazan da Süleyman Nazif’tir. Süleyman Nazif 1927’de, Babanzade Ahmet Naim Bey 1934’de ve Mehmet Âkif 1936’da vefat etmişlerdir. Mehmet Âkif, vasiyeti üzerine Edirnekapı Mezarlığı’nda bulunan Süleymaniyeli Babanzade Ahmet Naim Bey’in yanına defnedilmiştir. Âkif’in mezarının yapılması için üniversite gençliği öncülük eder. Yeterli miktar para bulunamadığından iş adamı Nuri Demirağ da katkıda bulunur ve mezar inşaatına başlanır. Oysa, 1940 yılına değin söz konusu mezarın yapımı bitirilemez. Aynı yıl bir miktar para, tekrar Maarif Vekâletine gönderilir. Maarif Vekâletinin öncülük etmesiyle Âkif’in kabri tamamlanır. 23 Mayıs 1960’da bu mezarlıkta bir yol çalışması başlatıldığından Naim Bey ile Âkif’in mezarı yine Edirnekapı’da bulunan Edirnekapı Şehitliği adı verilen bir başka mevkiye nakledilmiştir. Bu nakil esnasında Süleyman Nazif’in mezarı da bunların yanına getirilmiştir. 1986 yılında Kültür Bakanlığı, Âkif’in ölümünün 50. Yılı dolayısıyla bugünkü şekliyle yeni bir mezar yaptırmıştır. Şairin “Safahat” adlı kitabı da ilk kez Kültür Bakanlığınca yayımlanmıştır. Ahmet Naim Bey’e yukarıda değinmiştim. Âkif’in tanıştığı kişiler arasında yer alan Süleyman Nazif de Arapça, Farsça ve Fransızcayı bilen bir şair ve yazardı. Şairliğinin ve yazarlığının yanı sıra Osmanlı bürokrasisinde de adını duyurmuş, Musul ve Bağdat valisi olarak da görev yapmıştı. Musul valiliği süresince birtakım icraatları nedeniyle eleştirilere konu olmuştur. Bunların en dikkati çekeni, Barzan aşireti reisi olan Şeyh Abdülselam’ı idam ettirmesi olayı olduğu nakledilmektedir. Dr. Abdullah Cevdet, Süleyman Nazif için “onun babası Kürttür” deyince Nazif, Tercüman-ı Hakikat gazetesinde nefs-i müdafaya geçmiştir.18 Bununla birlikte, Nazif’in annesinin Akkoyunlu Türkmenlerine mensup olduğuna dair bir kısım bilgiler bulunmaktadır.

    Âkif’in ölümünden sonra onun bir kısım makaleleri kitap haline getirildi. Bu bağlamda, “Sırât-ı Müstakîm” ve “Sebilü’r-Reşad”da bulunan yazılarından derlenen “Hazret-i Ali Diyor ki” 1959’da; “Hazret-i Ali’nin Bir Devlet Adamına Emir-Nâmesi” ise 1963’de yayımlanmıştır. Kimi Âyetlerin çevirileri ve bunlara dair makaleleri damadı Ömer Rıza Doğrul tarafından “Kur׳ân’dan Âyet ve Hadisler” adıyla 1944 yılında İstanbul’da yayımlanmıştır.

    Âkif, Ankara’da oluşturulan I. Meclis’te yakın arkadaşı Trabzon meb’usu Ali Şükrü Bey’in, Muhafız Alay Kumandanı Giresunlu Topal Osman tarafından kaçırılıp boğularak öldürülmesi ve olayın açığa çıkması nedeniyle gözyaşlarına hâkim olamamıştır. Âkif, bu olay üzerine önceden Ali Şükrü Bey’e Topal Osman’a güvenmemesini söylediğini, fakat ikna edemediğini açıklamıştır. Âkif’in II. Meclis dışında kalmasında bu olayın da etkisi olduğu söylenmektedir.19 Mehmet Âkif, milletvekili olduğu sürede İstiklal Mahkemeleriyle ilgili olarak verilen önergelere ret oyu kullanmıştır. Mustafa Kemal’in yürüttüğü başkumandanlık görevinin 5 Mayıs 1338/1922’den başlamak üzere 3 ay daha uzatılmasına çekimser oy kullanmıştır. Bu oylama öncesinde Erzurum milletvekili olan Hüseyin Avni (Ulaş) Bey, olağanüstü şartlarda dahi kuvvetler ayrılığı prensibinin esas alımasını; bu nedenle yasama, yürütme ve yargı işlerini tek kişinin üzerine almasının (deruhde) doğru olmadığını yaptığı hararetli konuşmalarla ifade etmiştir. Mehmet Âkif, I.Meclis’te demokratik mualefetin başını çeken Hüseyin Avni’yi duruşundan dolayı  takdir etmiştir.

    Mehmet Âkif, I. Meclis’te Erzurum meb’usu ve meclis başkan vekili olan Hüseyin Avni (Ulaş) Bey’le yakın dostluklar kurmuş ve onun medeni cesaretine hayranlığını her vesileyle dile getirmiştir.  Bir zamanlar Hüseyin Avni Bey’in damadı olan Nurettin Topçu bu durumu şu sözlerle dile getirmektedir: “Âkif, Millet Meclisi’nde aşk ile faziletin yanında yer aldı, vatanperverliği seçti; muhalefet grubuna bağlandı. Orada isimsiz vatan kahramanı ve fazilet dâhisi Hüseyin Avni’yi tanıdı. Dünyalara sığmayan iki büyük kalb mütevazi bir meclisin çatısı altında birleştiler. İkiyüzkırk mebusu olan Millet Meclisi’nin içinde din adamı geçinen sarıklı hocaların sayısı sekseni buluyorken, ancak onların üçü Âkif’le beraber muhalefete gönül vermişlerdi. Geri kalanı hakkındaki hükmü Âkif daha önce “Âsım”da vermiş bulunuyor. Bir muhalif hava yok, dinlediğin aynı sedâ, / Zat-ı sâminize millet de hükümet de fedâ”.20 Hüseyin Avni Bey, aslen günümüzde Elazığ’ın Karakoçan ilçesine bağlı Keklik köyünden Şadi (Şadili/Şadiyan) aşiretine mensup Ulaşoğulları ailesindendir. Ailesi Keklik köyünden bugün Bingöl’ün Karlıova ilçesine bağlı Kümbet köyüne intikal etmiştir. O zamanlar henüz Karakoçan denilen ilçe oluşturulmamıştı. Hüseyin Avni, 1303 (1887) tarihinde Kümbet’te doğmuştur. Bu köylerin içinde yer aldığı yöreler Karakoçan ve Bingöl vilayetleri oluşturulmadan önce tümüyle Kiğı ilçesi idari alanı içindeydi ve Erzurum vilayetine bağlı idi. Bu bakımdan, söz konusu köyün Erzurum yakınlarındaki Kümbet adlı yerleşim yeriyle bir ilişkisi bulunmamaktadır. Dedemin dedesi olan Hacıvelizade Mahmut Ağa’nın eşi Por Hatun başta olmak üzere bir kısım dedelerimizin eşleri Hüseyin Avni’nin mensubu olduğu Ulaşoğulları ailesinden getirilmişlerdi. Bu nedenle, söz konusu aileye ilişkin aile fertlerimizden birtakım bilgiler edinmiştim. Âkif, “Safahat”ın Birinci Kitabında yer alan “Mahalle Kahvesi” adlı şiirini “Kardeşim Hüseyin Avni’ye” diyerek I. Meclis’te birlikte siyasi mücadele verdiği Hüseyin Avni (Ulaş) Bey’e adamıştır. Tarık Buğra “Firavun İmanı” adlı romanında Hüseyin Avni (Ulaş) ile Mehmet Âkif’in dostluklarını konu edinmektedir: “Hüseyin Avni Bey de Âkif dahil, beş on kişilik arkadaş grubu da, muhtemel zafer sonrası için bir zümre diktatörlüğünün hazırlanmakta olduğuna artık kuvvetle inanıyorlardı.”21  “Âkif (…) şair mizacı ve pırlanta yaradılışı ile çoktan içine çekilmiş, zaferden kat’iyen değil, ama zafer sonrasından ümit kesmişti. Haftalardan beri susuyor, bir sığınak arar gibi düşünüyordu. Avni Bey’in iç çekişine karşı mahzun mahsun gülümsedi. Onun düşündüklerini ve ona ah çektiren endişelerini kendi kafasından geçmişler gibi biliyordu. Nitekim Avni Bey de bunu böyle kabul etmekte idi. Konuşmayı boş gördü. Yalnız: ‘İzmir’i bir görsem ya Rabbim… Kadifekale’de bir çay içsem de öyle ölsem,’ demekle yetindi. Âkif, birdenbire ilgilendi: ‘-Sonra?’ Cevap gelmeyince de israr etti: ‘Sonrası için ne düşünüyor, ne istiyorsun?’ (…) ‘Sonra Erzurum’a…Veya İstanbul’a bir köşeye çekilmek, minicik bir eve büzülmek isterdim,’ diye fısıldadı. ‘Sen bunu yapamazsın, Avni.’ Âkif, onun elini tutmuştu, canlı canlı, heyecanla ve basık bir sesle konuşuyordu. Göz göze idiler. ‘Bunu ben istiyorum. Yapacağım da, İstanbul’a da değil, bir dağ başına, çöller ötesine gitmek ve… Unutulmak.. unutmak için yanıp tutuşuyorum. Zaferden sonra yapacağım şey de bu işte. Ama bunu sen ne kadar istesen de yapamazsın. Sen, Avni, mücadele için yaratılmışsın, Allah seni mücadele için göndermiş yeryüzüne.’ Şimdi onun elini çocuğunu okşar gibi okşuyordu. Gözleri derin bir sevgiyle ışıl ışıldı. Bir an için onun kaderini mi, yoksa kendi alın yazısını mı tahmin edemez oldu. Ama, galiba hem kendisi, hem de Avni Bey için konuşuyordu ve artık sesi mırıltı halinde idi: ‘Avni, sen çok çekeceksin. Lâkin bu ıstırapları Allah’ın bana da müyesser kılmasını ne kadar isterdim. Asım’ın nesli dedim. Biz ona lâyık olmalıydık. Sen olacaksın kardeşim. Ben.. bana gelince, ben kaçağın birisiyim. Yook, itiraz etme… Böyledir bu; kaçağım. Olsa olsa güreş adamıyım ben, kıran kırana güreş adamı. Sana karşı da tevazua katlanacak değilim ya? Kavgayı düşmanla yapmayı seviyorum. Karşımda düşman varken, binlerce şükür, içime korkunun, can kaygusunun gölgesi düşmedi. Vatanım, milletim, dinim için yaşadım, yaşamayı ancak bunlar için değerli buldum. Ama yanı başımda görünenler, bunların hileleri, bunların kahpelikleri ile mücadele? Yok.. Bana göre değil bu. Biliyorum; bu da vatan için, bu da milletim ve dinim için… Lâkin insanı bu kadar küçülmüş görmeye tahammülüm yok. Avni. Ya ben yanılıyorsam diyor ve dağ başlarına, çöller ötesine kaçmak, unutmak istiyorum… Unutulmak istiyorum. Tek teselli budur gibi geliyor bana. Sen.. sen öyle değilsin; sen yiğitsin, sen cemiyet erisin. Çok çekeceksin diye korkarım.’ Sustular, Âkif neden sonra ilâve etti: ‘Çektikçe büyüyeceksin Avni. Sen çektikçe, sen kaybettikçe… Ben seni kıskanacağım, kardeşim.’22

    Âkif, sanata ve musikiye olan ilgisini her vesileyle ifade etmiştir. Yakın dostlarından Mithat Cemal Kuntay’a göre, Neyzen Tevfik’ten ney dersleri alırken ona da Arapça öğretmeye gayret etmiştir.23 Âkif’in sporla da ilgilendiği ve İstanbul Boğazı’nı birkaç kez geçtiği söylenmektedir. Bu iddiayı, torunu Selma Argon da annesinden duyarak doğrulamaktadır. Yine sporun bir başka alanı sayılan güreşte de oldukça başarılı olduğu katıldığı güreş karşılaşmalarındaki galibiyeti nedeniyle ifade edilmektedir. 

    Mehmet Âkif Ersoy’un yazmış olduğu şiir I. Meclis’te “İstiklal Marşı” olarak kabul edildiği 12 Mart 1337 (1921) Cumartesi günü Bolu Milletvekili Tunalı Hilmi Bey, Âkif’in şiirinin milletin ruhuna hitap etmediğini ve kabul edilmemesini istemiştir. Bu ve benzeri eleştirilerin nedeni, Âkif’in Türkçülük ya da milliyetçilik akımlarının dışında kalarak tıpkı Namık Kemal gibi vatan sevgisini esas almasıydı. Buna karşılık, Bitlis Milletvekili Yusuf Ziya Bey, diğer bir kısım milletvekilleri gibi ayrı bir teklifte bulunarak Âkif’in yazmış olduğu şiirin İstiklal Marşı olarak kabul edilmesini istemiştir. Bu bağlamda, Maarif Vekili Hamdullah Suphi (Tanrıöver) Bey, söz konusu şiirin kısmen değiştirilebileceğini belirtmişse de oturumu yöneten başkan vekili görüşmelerin yeterli olduğunu açıklayıp şiirin okunması ve oylamaya geçilmesini ifade etmiştir. Bunun üzerine Âkif’in yazdığı şiiri, Maârif Vekili Hamdullah Suphi’nin okuması uygun görülmüştür. Hamdullah Suphi, Âkif’in şiirini etkili bir ton ile okuyarak meclisin kararında rol oynamıştır. Aynı gün yapılan görüşmeler sonucunda saat 17.45’de Âkif’in şiiri İstiklal Marşı olarak kabul edilmiştir.24 Aradan 5 gün geçtikten sonra 17 Mart 1921 tarihli Hakimiyet-i Milliye gazetesi, Âkif’e verilmesi istenen 500 liralık ödülün şair tarafından yoksul Müslüman kadın ve çocuklarının iş sahibi edilmesi için Hilal-i Ahmer (Kızılay) bünyesinde kurulan Dâr’ül-Mesâî vakfına verildiğini yazmakta idi. O günlerde Ankara’nın sert kışının yaşandığı sırada şairin paltosunun dahi olmadığı halde, 500 liralık ödülü almaması ve bir hayır kurumuna bağışlaması takdire şayan bir davranış sayılmıştır. Âkif, İstiklâl Marşı’nı başlıca şiir kitabı olan “Safahat”a dahil etmemiştir.  Çünkü, o şiiri milletimize ithaf ettim, artık o milletindir demiştir. Tüm bunlara karşın, yaklaşık bir yıl sonra Hamdullah Suphi (Tanrıöver), meclisin 20 Şubat 1338 (1922) tarihli oturumunda Mehmet Âkif’le kendisinin aynı görüşte olmağını, Âkif’in senelerce milliyetçiliğin aleyhinde şiirler yazdığını iddia etmiştir.25 

    Âkif’in ölümünden sonra, onun şiir sanatı başta olmak üzere hakkında birçok görüşler öne sürenler olmuştur. Bunlardan biri de düzensiz ve disiplinsiz yaşantısıyla bilinen Necip Fazıl Kısakürek’e aittir. Öyle anlaşılıyor ki, “hatırı sayılır” bir aile kızıyla evlenmesi bile onun yaşantısına düzen kazandırmamıştır. Bilindiği üzere Necip Fazıl, Süleymaniye’nin Kürt ekâbir ailelerinden Babanzade Mustafa Zihni Paşa’nın torunu Fatma Neslihan Hanım ile evli idi. Buna rağmen Necip Fazıl, sözünü ettiğimiz Babanzade Mustafa Zihni Paşa’nın oğlu Ahmet Naim Bey’in can yoldaşı sayılan Âkif’e hakketmediği eleştirilerde bulunmaktadır: “Akif şair değildir. Bunu evvelâ kendisi söylüyor, sonra da eserleri… Bir takım manzum nesirler yazmış, tasvirler yapmış, hikâyeler anlatmış, vaazlar vermiştir. Kendini zorlaya zorlaya, manzum istida dahi kaleme almıştır. Şiirindeki (realizm) telâkkisinin ise müstehcenden farksız olduğu görüldü. Üstelik, bazı şahitlerin iddiası hilâfına aruza hâkim değil, mahkûmdur. Nasıl Mehmet Emin’in manzumelerinde hece vezninin tıkırtısı her şeyin üstüne çıkarsa, Akif’in manzumelerinde de aruzun takırtısı düşünceyi de, diğer unsurları da bastırır. Şiir gibi görünen mısraları ise tercüme veya farkında olmadan başkasının sözlerini tekrarlamadır. O da Fikret gibi (atletik) seciyelerin (şizofreni)ye müsait yapısı icabı, asla fiiliyata intikal edemiyerek nihayet ‘iki damla göz yaşı’nda karar kılar.”26 Yahya Kemal Beyatlı da Necip Fazıl ile farklı üsluba sahip olmakla birlikte Âkif’i eleştirmekten geri durmaz. Hilmi Yavuz bu eleştiriye değinmektedir: “Yahya Kemal’in Akif’in şiirini önemsemediğini, hiç önemsemediğini biliyoruz. Akif, ‘Safahat’ımda şiir arıyorsan, arama!…’ demiştir ya, Yahya Kemal, onun şair olmadığını kanıtlamak için bu söze başvurur sık sık,”27  Sanatı açısından eleştirenlerin yanı sıra fikirlerinden dolayı eleştirenler de olmuştur. Naci Sadullah, Âkif’in dinci bir şair olduğunu, buna rağmen kendisine büyük bir saygı ve sevgisinin olduğunu açıklamıştır.28 Âkif’in en çok eleştirilen dizelerinden biri “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” ifadesidir. Gazeteci yazar İsmail Habib Sevük (1892-1954), bu ifadenin ‘emperyalist Avrupa’yı vurguladığı kanısındadır: “…Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar derken müstevli ve emperyalist Avrupa’yı ifade ediyordu. Atatürk de onun büyük bir şair olduğunu biliyordu. Bunu İstiklâl Marşı’na ilişmeyişinden anlıyoruz.”29  Mustafa Kemal’in CHP genel başkanı olduğu sırada partinin yan kuruluşu niteliğindeki Halkevleri Genel Merkezi’nin yayın organı olan “Yücel” dergisinde İstiklal Marşı ile ilgili aşağıdaki görüşlere yer verilmişti: “İstiklâl Marşımızın güftesi, bugünkü telakkilerimiz, hamlelerimiz ve hedeflerimiz karşısında geriden sesler halindedir. Bir çok mısraları marş mıdır, dua mıdır fark edilemez haldedir. Hele, ‘medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar’ mısraına ne buyrulur? O günkü haklı ve köpürmüş gayzın bir ifadesi, bir tarihi söz olarak mükemmel, fakat bir marş mısraı olarak hayır. Beste dünyaya yayıldı. Öğrenilmesi pek güç ve Türk azim ve istiklâlini anlatmıya pek liyakatsiz olmakla beraber onu muhafaza etmemiz belki lazımdır. Fakat güfteyi değiştirmekte hiçbir mahzur yoktur, hatta geç kalınmıştır. Değiştirmek muhakkak lazımdır, zaruridir kanaatindeyiz.”30 Bu tür tartışmalar günümüze dek sürdürülmüştür. Kimi güftenin kimi bestenin ve kimi de her ikisinin de değiştirilmesinin gerekli olduğunu öne sürmüşlerdir. Mehmet Âkif, uzun yıllar Mısır’da yaşadı. Kimi zaman geldiyse de tekrar gidiyordu. Son olarak 1936’da hastalığının belirginleşmesi üzerine ülkesinde ölmek arzusu nedeniyle yurda geldi. Aynı yılın 27 Aralık 1936 günü vefat etti. Resmi cenaze töreni yapılmadı. Oğlu Emin Âkif, işsiz, evsiz barksız ve sefaletle yaşadı.31 Kimi zaman da uyuşturucu bağımlısı oldu ve akıl hastahanelerinde kaldı. 24 Ocak 1967’de bir çöp konteynerinde ölü olarak bulundu. Çetin Altan, bir gün gazetedeki bürosunda kapısının çalındığını ve “ben Mehmet Âkif’in oğlu” diyen şahsın kendisinden yardım talebinde bulunduğunu ve uzattığı cüzdanından çok az bir miktarda para aldığını aktarmaktadır.32 Dönemin entelektüel faaliyetleriyle dikkati çeken, Kur’an ve hadis çevirileriyle tarih alanında yayımladığı çalışmaları bulunan, Ömer Rıza Doğrul (1893-1952), Mehmet Âkif’in damadıdır. Doğrul, Burdur asıllı Kahire’ye yerleşmiş bir ailenin ferdidir. Mısır’ın ünlü El-Ezher Üniversitesi’nden mezun olan Doğrul, Âkif’le Kahire’de tanışmış ve sonrasında Âkif’in kızı Cemile Hanım’la evlenmiştir. Bu evliliğinden Nazan, Rezzan ve Bülent adlı çocukları dünyaya gelmiştir. Yakın zamanlarda TKP Genel Başkanı olarak görev yapan  Aydemir Güler, Âkif’in torunu Rezzan Hanım’ın oğludur.33 Ömer Rıza Doğrul, bir ara Ankara İstiklal Mahkemesi’nde yargılanarak tutuklanmıştır. Ünlü roman yazarımız Kemal Tahir’le dostlukları olan Doğrul, bir dönem Demokrat Parti Konya milletvekili olarak görev yapmıştı. 

     Şüphesiz, Âkif’in mısraları; yaşadığı coğrafyada o günkü durumda oluşan kan ve göz yaşına, binlerce hanenin yanmasına, milyonlarca insanın acımasızca doğranmasına duyulan tepkinin birer ürünüdür. Âkif, ülkesine ve halkına karşı sorumluluk bilincinin gereği olarak, üzerinde yaşadığı coğrafyadaki farklı kavimleri ortak bir payda etrafında birleştirmeyi tasarlamış ve bu uğurda kalemini kullanmıştır. Bu yönüyle ünlü devlet adamı Selahaddin-i Eyyubi’yi örnek almıştır. Âkif’in, “Çanakkale Şehitlerine” şiirindeki dizelerinde de bu bakış açısını algılamaktayız: “Şarkın en sevgili sultanı Selahaddin’i, /Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran…” demektedir. Çünkü, Selahaddin-i Eyyubi, “böl ve yönet” anlayışıyla değil, ‘adaletle birleştir ve yönet” usulüyle egemenliğini Asya’dan Afrika’ya kadar yaymıştır.

 

 

     KAYNAKÇA   

  (1) Tarık Zafer Tunaya, “Türkiye’de Siyasal Partiler” C.II, Hürriyet Vakfı Yay., İstanbul 1986, s.186.

  (2) Dr.M.Şükrü (Sekban),”Kürt Sorunu“, İstanbul 1970, s.19;İlk bs. “La Question Kurde” Paris 1933.

  (3) Emin Âkif Ersoy, “Babam Mehmet Âkif”, Kurtuba Kitap, İstanbul TY, s.87.

  (4) Ali Ulvi Kurucu, “Hatıralar”, C.2, s.116.

  (5) Sebîlurreşâd, 10 Nisan 1330/1924, sayı:298.

  (6) Mehmet Akif Ersoy, “Safahat”, Karanfil Yay., İstanbul 2011, s.256.

  (7) Mehmet Âkif Ersoy, age, s.358-359.

  (8) Mehmet Akif Ersoy, age, s.260.

  (9) Emin Âkif Ersoy, age, s.91.

 (10) F. Nâfiz Çamlıbel, “Nasıl Tanıdım”, Yedi Gün mec., 450(20 Ekim 1941).

 (11) Mehmet Âkif Ersoy, age, s.288.

 (12) Mehmet Âkif Ersoy, age, s.340.

 (13) Mehmet Âkif Ersoy, age, s.375.

 (14) Mehmet Âkif Ersoy, age, s.241.

 (15) Mehmet Âkif Ersoy, age, s. 242.

 (16) Mehmet Âkif Ersoy, age,263-265.

 (17) Mehmet Akif Ersoy, age, s.60.

 (18)   Aylin Göçmen, “Üç Diyarbakırlı!”, Birgün 24.12.2007.

(19) Hakan Bacanlı,“Birinci TBMM’de Burdur Milletvekili Mehmet Akif Ersoy ve Faaliyetleri”,     Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, 2018, 34 (I), 97: 1-54. 

 (20) Nurettin Topçu, “Mehmet Âkif”, Dergâh Yayınları, 6.baskı, Aralık 2011 İstanbul, s.46-47.

 (21) Tarık Buğra, “Firavun İmanı”, İletişim Yayınları, 5. Baskı, 2008   İstanbul, s.185.

 (22) Tarık Buğra, age, s.186-188.

 (23) Mithat Cemal Kuntay,“Mehmet Akif Ersoy Hayatı Seciyesi Sanatı”, Ağustos 2018 İstanbul,s.292.

 (24) TBMMZC ,6.İçtima,12.3.1337 (1921) Cumartesi, Devre:1, C.9, İçtima Senesi:2, s.89-90.

 (25) TBMMZC, 162.İçtima, 20.2.1338 (1922), Pazartesi, Devre 1, C.17, İçtima Senesi:2, s.72.

 (26) Necip Fazıl Kısakürek,“Edebiyat Mahkemesi Mehmet Akif”,Büyük Doğu,3 Mayıs 1946, S.27, s.6.

 (27) Hilmi Yavuz,“Yahya Kemal ve Mehmet Akif”,“Yazın, Dil ve Sanat”, İstanbul 2005, s.129. 

 (28) Tan Gazetesi, 6.1.1939.

 (29)  Son Posta, 11.1.1948.

 (30)  Yücel, Aylık Sanat ve Fikir Dergisi; İlkkanun (Aralık) 1937.

 (31)  Kenan Akın, “Mehmet Âkif’in oğlu Sefaletle Mücadele”, Tercüman, 24 Şubat 1966.

 (32) Çetin Altan, “Enver Paşa’nın Kız Kardeşi ve Mehmet Âkif’in Oğlu”, Sabah, 5 Ağustos 1999.

 (33) Tayfun Er, “Erguvaniler Türkiye’de İktidar Doğanlar”, Duvar Yay., Haziran 2007 İzmir, s.104.