Malazgirt Savaşı, Sultan Alp Arslan ve SelçuklularGözardı Edilen Yönleriyle
Gözardı Edilen Yönleriyle
Bilal Aksoy
15 Mart 2019
Asıl adı Mehmed b. Dâvud b. Mikâil b. Süleyman’dır. Alp Arslan onun lakabı idi ve Oğuz boylarınca da Alp Arslan diye anılıyordu. Bir lakabı da Adilü’n- Nurî idi. Bunun nedeni, bir kısım görüşlere göre, Buhara’ya bağlı Nur kasabasından gelmesindendir. İslamiyeti ilk kabul eden bu aileden Dukak’dır. Genel kanıya göre, Alp Arslan’ın ailesi Hazar Yahudilerindendir. Dukak’ın, X. yüzyılın ilk yarısında yaşadığı nakledilmektedir. Dukak’ın oğlu Salçuk, onun oğulları ise İsrail, Yusuf, Musa ve Mikâil’dir. İsrail’e zamanla Arslan İsrail de denildi. Üstelik, “Musa peygamber’in bir sazlıkta sepet içinde (salcık içinde) bulunması” nedeniyle salcık sözcüğünden Salçuk adının belirmesi mümkündür1. Görüldüğü gibi, asıl adı Mehmed olan Alp Arslan’ın babası Davud, Davud’un babası Mikâil’dir. Alp Arslan’ın kızının adı ise Sare’dir. Bu adlandırmalar ailenin Museviliğine kanıt oluşturmaktadır. 1942-1945 yılları arasında İstanbul Üniversitesinde Bizans Tarihi ve Sanatı Profesörü olan İngiliz asıllı Steven Runciman (1903-2000)’ın aktardığına göre, “Hazer dini aynı şekilde beklenmedik bir dindi. Gerek Müslüman ve gerek hıristiyan misyonerleri Halife veya İmparatorun nüfuzunu çoğaltmak emeliyle hazerleri bu dinlerden birini kabule çok uğraşmışlardı. Hiç biri her hangi bir terakkî kaydedemedi ve 800 senesinde birden bire Hazerler resmen Museviliği kabul ettiklerini İlân ettiler. Bozkırlarda uzun müddetten beri bazı yahudiler yerleşmiş bulunuyorlarsa da bunların siyasî hiç bir nüfuzu yoktu. Hazerler Museviliği kabul etmekle, herhangi bir siyasî entrika çevirmek isteyen başka bir devletin emellerine set çekmiş oluyorlardı. İleri gelen bütün Hazerler Musevi oldu.”2 Alp Arslan’ın ataları da bu süreçte Musevi olmuşlardı. “Tuğrul bey 1063 yılında ölünce yerine Davud’un oğlu olan yeğeni Alp Arslan geçti.”3 İranlılar Alp Arslan’ı Şehinşahü’l âzam (büyük şahlar şahı) olarak niteleyip anmışlardır. Selçuklu devletinde bir yanda Fars asıllı bürokratlar diğer yanda resmi dilin Farsça oluşu bu adlandırmada rol oynamış olabilir. Bir kısım Arap kaynakları ise Alp Arslan’dan Sultanü’l-ekrad (Kürt sultanı) diye söz etmişlerdir. Bunun da nedeni Alp Arslan’ın başta Malazgirt Savaşı’nda olmak üzere bölgenin egemen devletlerini oluşturan Kürtlerden, en başta Şeddadilerden büyük destek görmesidir. Ayrıca, 1070/1071’de Diyarbekir’e gelen Alp Arslan, Diyarbekir Surları’na olan hayranlığını her vesileyle dile getirdikten sonra Mervani Kürt Beyliğinin hükümdarı Nasr bin Mervan ile görüşmelerde bulundu. Nasr bin Mervan, Alp Arslan’ın Küçük Asya ve Suriye’deki fetih çabalarına destek için yüz bin dinar verdi. Aslında Prof.Dr. Faruk Sümer’in ifade ettiği üzere “XI. yüzyılın ikinci yarısında Selçuklular Âzerbaycan, Kürdistan, Errân ve Doğu Anadolu’ya geldiklerinde buralarda hâkimiyet süren Revâdi, Şeddâdî, Mervanî ve Annâzoğulları gibi birçok Kürd hânedânları ile karşılaşmışlardı. Bunlardan Revâdiler Azerbaycan’ı idare ediyorlardı. Emir Ahmedil de bunlardan olup Erdebil ve Tebriz şehirlerinin hâkimi idi.”4 Alp Arslan’ın, Malazgirt muharebesinden önce gerçekleştirildiği söylenen Mervanilerle görüşmesinde Bizans’a karşı destek arayışının da gündeme geldiği sanılmaktadır. Ayrıca, Nasr bin Mervan’ın, Malazgirt’in Bizans’tan alınması için bir kısım kaynaklarca aktarıldığı üzere on bin Kürt neferini Alp Arslan’ın hizmetine sunduğu iddia edilmekle birlikte, söz konusu Kürt neferlerinin Şeddadilere ait olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü, Şeddadi-Selçuklu ittifakı Alp Arslan’dan daha ötelere dayanmaktadır. Alp Arslan, Şeddadilerin verdiği 10 bin savaşçı süvari ile birlikte, on dört bin nefere ulaşan gücüyle Bizans’ın Doğu’daki varlığına karşı operasyonlarda bulunmaya başladı. Malazgirt Savaşında Alp Arslan’ın yardımcısı Şeddadi savaşçılarının başındaki Şadi Bey’di. Romen Diyojen’i teşhis edip sultana getiren de Şadi Bey’dir. Bu Şadi Bey’in Selahaddin-i Eyyubi’nin dedesi Şadi Bey olduğu yönünde birtakım anlatımlar mevcuttur. Ancak, bu anlatımlar henüz tarihsel verilerde örtüşmemektedir. Bu yönde yaptığım biyografik incelemelerden de vardığım sonuca göre, zamanlama farkı ortaya çıkmaktadır. Malazgirt Meydan Muharebesi’ndeki Bizans ordusuna ilişkin en kayda değer belirlemeyi Urfalı Mateos (952-1136) yapmaktadır. Mateos’a göre Malazgirt’te Mehmed bin Davud (=Alp Arslan) ile savaşan Bizans ordusunun sayısı 30 bin kadardır5. Bununla birlikte, Mateos’un bir kısım anlatımları hatalıdır. Çünkü, Sultan Alp Arslan’dan söz ettikçe onu Tuğrul Bey’in kardeşi olarak belirtmektedir. Oysa, Alp Arslan Tuğrul Bey’in kardeşi değil, Tuğrul Bey, Alp Arslan’ın amcasıdır. Urfalı Mateos, Alp Arslan’ın muazzam bir ordunun başında Ermenistan’a yürüdüğünü ve büyük telefata neden olduğunu aktarmaktadır.6 Sultan Alp Arslan’ın öyle iddia edildiği gibi muazzam bir ordusu yoktu. Birkaç bin kişiden oluşan bir çete idi. Çevik, hareketli ve savaşkan bir çete idi sultanın ordusu. Sultan Tuğrul zamanında, “Sultan Tuğrul, bunların en büyüğü idi, saltanatta emir ve yasaklama ona aitti. Kardeşi mezkûr Davud Belh’i aldı. O, -Allah izin verirse ilerde sözü edilecek olan- Alp Arslan’ın babasıdır.”7 Malazgirt Meydan Muharebesi’nde yenilen Bizans ordusunun komutanı imparator Romen Diyojen, Selçuklu ordusunda Alp Arslan’ın yardımcılarından Şadi adlı bir egemen şövalye tarafından yakalanarak Alp Arslan’ın önüne getirildi. Alp Arslan, Diyojen’e sordu: “ ‘Doğru söyle, beni ele geçirseydin ne yapacaktın’ dedi. O da: ‘Sana köpekler gibi bir tasma takardım’ cevabını verdi. Sultan ona: ‘Sana ne yapacağımdan kaygılanırsın’ dedi. İmparator da benim niyetimin kötülüğünün neticesine bak da istediğini yap’ dedi. Bunun üzerine Sultan ona acıdı, iyilikte bulundu, bağlarını çözdürdü ve itibar etti.”8 1569/1570’de vefat eden Bursalı Ahmed bin Mahmud, “Selçuk-Nâme”sinde “Sultan’ın yanında Kürdler’den onbin seçkin asker ve reisler de toplandı” demektedir.9 Ahmed bin Mahmud devamla Malazgirt savaşını şu betimlemelerle izah etmektedir: “Alp Arslan ansızdan o ondört bin askeri ile geldi, Bizanslılar’a göz açtırmadan hepsi birden savaşa girdi. Ondört bin duymayıp, işidenlerde akıl kalmadı. Bizanslılara mancınık kurmağa ve savaş âletlerine el sürmeğe fırsat kalmadı.”10 İbnü’l-Esîr, “El-Kâmil fi’t-Târih” adlı kitabında Malazgirt Savaşı’nda Selçuklu ordusunun 15 bin neferden oluştuğunu söyle mektedir.11 Eyyubi devletinin kâtibi olan Bundârî (1190/İsfahan- 1245/Şam) de Alp Arslan komutasındaki Selçuklu ordusunun 15 bin kişilik olduğu görüşündedir.12 Prof.Dr. Abdülkerim Özaydın, “Malazgirt Meydan Muharebesi (26 Ağustos 1071)” başlıklı makalesinde İbnü’l-Adîm’e atfen, Malazgirt’teki Selçuklu ordusunun 15 bin kişilik olduğunu nakletmektedir.13 İbnü’l-Adîm (1192/Haleb-1262/Kahire), Eyyubi devletinin veziri idi. Haleb’in tarihini, coğrafyasını ve ünlü şahsiyetlerini konu alan on ciltlik “Buğyetü’l-taleb fî tarihi Haleb” adlı kitabıyla ünlenmiştir. Prof.Dr. Fuat Sezgin, adı geçen eserin on cildinin tıpkı basımını 1986-1989 yılları arasında Frankfurt’ta yapmıştır. Söz konusu eserin Selçuklularla ilgili kısmı Prof.Dr. Ali Sevim tarafından “Biyografilerle Selçuklu Tarihi” başlığıyla yayımlanmıştır.14 Alp Arslan’ın ordusunun büyük bir kısmı Kürtlerden oluşurken, Bizans imparatoru Romen Diyojen’in ordusundaki komutanlar arasında Oğuz boylarına mensup Türkmen şefleri de yer alıyordu.15 Zeki Velidi Togan da buna benzer şu tespitlerde bulunmaktadır: “Selçuklu ordularının dahilden ciddi bir disipline tâbi olmadıkları göze çarpıyor. Malazgirt harbinden az evvel Selçuklulardan Ersigni (bu ismin okunması meşküktür) İvaiye Oğuzlarıyla birlikte Alp Arslan’a isyan ederek imparator Diyojen tarafına geçmişti.”16 1065’te Sultan Alp Arslan, Ermenistan ve Rum’a karşı bir savaş verdi.17 Malazgirt’teki Selçuklu gücünü birinci dereceden kaynaklar diye bildiğimiz en eski kitaplar yaygın olarak 14 bin ve takriben de 13-15 bin arasında belirtilmesine karşın bir kısım Türkçü-Turancı tarihçiler bu sayıyı abartarak 40 bin ya da 50 bin olarak göstermektedirler. Bunu yapmalarının başlıca nedeni Alp Arslan’ın ordusunun en az yüzde 75’inin Şadililer, Mervaniler gibi Kürt beyliklerinin ya da devletlerinin askerlerinden oluşmasındandır. Bu bağlamda, Mükrimin Halil Yinanç bu sayının 54 bin kadar olduğunu iddia edip bunlardan 10 bin kadarının Kürt neferlerden oluştuğunu aktarmaktadır.18 Bu görüş aslında Zeki Velidi’nin konuya ilişkin verdiği sayılarla bağlantılıdır: “Malazgirt’te Alparslan’ın maiyetindeki askerin ancak 44 bin kadar olduğu ve Selçukluların esas istinatgâhı olan kuvvetin bu sırada bile 15 bin hanelik bir kütleden ibaret olduğu görülmektedir”19 Oysa, ilk elden kaynakların bu yöndeki verdiği sayılar daha objektif durmaktadır. Çünkü, Alp Arslan’ın babası Davud Bey’in üç bin kişilik neferi vardı ve 1015 yılında Horasan’a akın etmiştir.20 Malazgirt Meydan Muharebesindeki Selçuklu ordusunun sayısına ilişkin Orta Çağın önde gelen İslam kaynaklarından biri hariç yaklaşık sayılar verilmektedir. Birinci dereceden kaynaklar arasında sayılan Orta Çağın ünlü İslam tarihçilerinden İbn al-Cavzi, “el-Muntazam fî Târîhi’l-Mülûk ve’l-Umem” adlı tarih çalışmasında Malazgirt’teki Selçuklu ordusunu 20.000 nefer olarak belirtirken bunun 10 bin kadarının Kürt askerlerden oluştuğunu açıklamaktadır.21 İbnü’l-Cavzi, Malazgirt Savaşı’nda Bizans ordusunda 15 bin kişilik “el-Guzz” (Oğuz) askeri bulunduğunu iddia etmektedir. “1257 yılında ölmesine rağman Malazgirt Savaşı’na dair tafsilâtlı ve değerli bilgiler vermesi, daha önce de belirtildiği gibi, Alp Arslan ile çağdaş Garsu’n-ni’me Muhammed b. Hilâles-Sâbî (ölümü 1o88) eserini aynen kendi kitabına aktarmasından ileri gelmektedir.”22 Malazgirt Savaşı ve Alp Arslan’ın askeri gücüne dair ilk detaylı bilgileri İbnu’l-Cevzi’nin torunu Sıbt İbnu’l-Cevzi “Mir’âtü’z-Zamân fî Târîhi’l-Âyân” adlı kitabında açıklamaktadır. Sıbt İbnu’l-Cevzi, Malazgirt Savaşında Alp Arslan’ın ordusunun 14 bin süvariden oluştuğunu belirtmektedir. Daha önceden sultanın sadece 4 bin süvarisi varken, Sıbt İbnu’l-Cevzi “Biraz önce 10 bin Kürt sultana katılmıştı” demektedir.23 Böylece, Selçuklu ordusu savaş öncesinde 14 bin süvariyi buluyordu. İbn al-Asir, “el-Kâmil fi’t-Tarih” adlı on iki ciltlik tarih çalışmasının VIII. cildinde Malazgirt’teki savaşta Davut oğlu Mehmet’in (Alp Arslan) 15 bin kişilik ordusunun bulunduğundan söz etmektedir.24 Sadr al-Din al-Husayni, “Ahbar al-Davlat al-Salçukiya” adıyla bilinen tarih kitabında Malazgirt’teki Selçuklu ordusunun 15 bin dolayında olduğunu öne sürmektedir.25 Ayrıca, Husayni’nin kitabının orijinal kapağında Zübdet’ül- Tevârih yazılıdır. Husayni’nin adı geçen kitabı Prof. Mehmet Necati Lügal tarafından Türkçeye çevrildi ve 1943 yılında yayımlandı. Aynı kitabın 1999 yılı baskısı da Türk Tarih Kurumu’nca yayımlanmıştır. İmad al-Din al-İsfahani, “Zubdat al-nusra” adını taşıyan tarih kitabında Alp Arslan’ın Malazgirt Meydan Muharebesindeki ordusunun 14 bin savaşçıdan oluştuğu görüşündedir.26 Yukarıda da belirttiğim üzere, Bundarî’ye göre Davut oğlu Mehmet’in (Alp Arslan’ın) bu savaşta 15 bin süvarisi vardı.27 Turtuşî, “Sirâc’ül-mülûk” adlı eserinde Selçuklu askeri gücünün 12 bin kişiden oluştuğunu aktarmaktadır.28 XIII. yüzyılın sonlarıyla XIV. yüzyılın başlarında yaşayan Kahire doğumlu ve babası Eyyubi devletinin bürokratı olan İbnü’d- Devâdârî “Kenzü’d-Dürer ve Câmiʻü’l Gurer” adıyla bilinen ve devrin olaylarını olabildiğince objektif olarak kaleme alan bu Orta Çağ tarihçisinin kitabı, kendisinden sonrakilerin en çok yararlandıkları ve değer verdikleri bir eserdir. Devâdârî, adı geçen kitabını Malazgirt Sava şından 260 yıl sonra yazmıştır. Bu kaynak, 1961 yılında Salâhü’d-Din el- Müneccid tarafından Kahire’de tekrar yayımlanmıştır. Devâdârî, bu kitabında Malazgirt Savaşına değinirken Alp Arslan’ın yanında 10 bin Kürt askerinin bulunduğunu da belirtmiştir. Buna karşın, yine de bir kısım kaynaklar, Carole Hillenbrand’ın da haklı olarak ifade ettiği üzere, Diyojen’in ordusunu Türk, Ermeni ve Frenklerden oluşan derme çatma bir ordu; Alp Arslan’ın ordusunu ise homojen göstermeye gayret etmektedirler.29
Malazgirt Meydan Muharebesi’nin tarihine dair de farklı görüşler bulunmaktadır. Orta Çağın önde gelen tarih yazıcılarından İbnü’l-Esir (El-Kâmil fi’t-Târîh, C.X, s.72), İbnü’l-Ezrak (Târîhu’l-Fârıkî, yay. Bedevî Abdullatif Avad, Kahire 1959, s.186) ve İbnü’l-Kalânisî (Zeylü Târîh-i Dımaşk, s.99) adı geçen savaşın 463(1071) yılında meydana geldiğini aktarırlarken ay ve gün belirtmemektedirler. Bundarî (Irak ve Horasan Selçukluları Tarihi, s.38) ve İbnü’l-Adîm (Zübdetü’l-Haleb, II, s.26) 7 Zilkade 463 (6 Ağustos 1071), Hüseynî (Ahbâru’d-devleti’s-Selçukıyye, s.34) ise 17 Zilkade 463 (16 Ağustos 1071 olarak açıklamaktadırlar.30 Süryani tarihçi Mekin’in “el-Mecmû’u’l-mübârek” adlı eserinde ve “Anonim Selçuknâme” sayılan “Târih-i Âl-i Selcûk der Anadolu, Anadolu Selçuklu Devleti Tarihi” adıyla Feridun Nafiz Uzluk tarafından 1952 yılında Ankara’da tercüme edilerek yayımlanmış eserde (bkz. S.8) 20 Zilkade 463/19 Ağustos 1071 tarihi belirtilmektedir. Bununla birlikte, Yunan asıllı Amerikalı tarih profesörü Speros Basil Vryonis (1928-), Bizans kaynaklarının 26 Ağustos 1071 tarihine işaret ettiklerini belirtmektedir.31 Bu konuda emek ürünü bir çalışma olan Prof.Dr.Abdülkerim Özaydın tarafından yazılmış olan “Malazgirt Meydan Muharebesi (26 Ağustos 1071” adlı makalede söz konusu savaşın tarihi ve orduların sayısal ve etnik oluşumuna dair veriler değerlen dirilmektedir.32 Yunan tarihçilerinden Aleksis G.K. Savvidis, 1935 yılında Atina’da yayımlanan Myriobiblos dergisindeki Malazgirt Savaşına dair makalesinde 26 Ağustos 1071 tarihini esas almaktadır.33 Ünlü Bizantolog Georg Ostrogorsky ise, Malazgirt Savaşı’nın 19 Ağustos 1071’de meydana geldiğini açıklamaktadır.34 Bizantolog Semavi Eyice, “Malazgirt Savaşını Kaybeden IV. Romanos Diogenes (1068-1071)” adlı kitabında Malazgirt Savaşının tarihi ile ilgili farklı görüşlere yer verirken, “26 Ağustos öteden beri herkes tarafından kabul edilmişken, Laurent tarafından teklif edilen 19 Ağustos görüşü, son yıllarda Batılı tarihçiler tarafından tercih edilir olmuştur. 1059-1081 yılları arasındaki Bizans tarihinin kronolojisini yeniden tesbite çalışan D.I. Polemis de bu hususta J. Laurent’in 1913 de ileri sürdüğü tarihi benimseyerek, savaşın 19 Ağustos günü cereyan ettiğini kesin bir ifade ile yazmaktadır. Bu görüşün başı olan Laurent’in kaynağı Arap yazarlarından XIII. Yüzyılda yaşamış olan al-Makin’dir. Onun Hicrî 463 yılının 20 Zilkadesini verdiğini ve bunun da gerçekten, Milâdî 19 Ağustos 1071 Cuma gününü karşıladığını yazmaktadır. ”35 J. Laurent, “Byzance et Les Turcs Seldjoucides dans l’Asie Occidentale Jusqu’en 1081” adlı kitabında Malazgirt Savaşının tarihini 19 Ağustos Cuma günü olarak aktarmaktadır.36 Malazgirt Meydan Savaşı, Malazgirt Kalesinin yakınında tarihte Zahra, Zühre, Rehve, Rahva, Zeho ya da Zaho gibi adlarla anılan bir meydan yeri idi. Ferudun Dirimtekin’e göre bu, Hacıhanı ile Hözdemir arasında yer alan bir düzlüktü ve burada Zehve adında bir köy bulunuyordu.37
Tarihsel boyutlarıyla irdelendiğinde Malazgirt Savaşı’na dair ilk elde bir kısım kaynaklarla karşılaşılmaktadır. Bu konuda bilinen en eski kaynağın, XII. yüzyılda İbn al -Kalânisi tarafından yazılan “Şam Kroniği”dir. Yine bu yüzyılda yaşadığı kanısına varılan ve fakat hakkındaki bilgilerin yetersiz olduğu belirlenen Urfalı Mateos, yazdığı kroniğinde 952-1136 yılları arasındaki olayları konu edinmiştir. “Urfalı Mateos Vekayi-Nâmesi” diye bilinen bu kayda değer kroniğe onun öğrencisi olan Papaz Grigor’un yapmış olduğu eklerle Papaz Grigor’un Zeyli ise 1136-1162 yılları arasını kapsamaktadır. XIII. yüzyıl Halepli tarih yazarı Kemâl ad-Din ibn al-Adim, biyografik nitelikte bir sözlük hazırlayarak bu sözlüğünde Alp Arslan’a da yer ayırmıştır. Adı geçen tarihçi, konu üzerine verdiği bir metnin kaynağını belirtmese bile bu metnin İbn al-Kalânisi’nin eserinden aktarma olduğu belirlenmiştir.38 Selçuklu ve Kürt Mervani devleti ilişkileri üzerine önde gelen kaynaklardan biri, İbn al-Azrak al-Farıki’nin 1177’de yazdığı “Tarih-i Mayyâfarıkin” adlı kitaptır. İbnü’l-Ezrak diye de telaffuz edilen bu tarih bilgini Silvan’ın soylu bir ailesine mensuptur. 1117’de Silvan’da -o zamanki adıyla Mayyafarkin ya da kısaca Farkin’de- doğduğu için Farıkini ya da Farıki lakabıyla da anılmıştır. Onun adı geçen kitabı kapsamlı bir tarih çalışmasıdır; bu kitabın Mervani Kürtleriyle ilgili kısmı Mehmet Emin Bozarslan; Şeddadi (Şadili) Kürtleriyle ilgili kısmı Minorsky ve Artuklularla ilgili kısmı Ahmet Savran tarafından çevrilerek yayımlanmıştır. Selahaddin-i Eyyubi’nin kâtibi olan tüm seferlerinde yanında bulunan İmad al-Din al-İsfahani, Irak Selçuklularını konu edinen “Nusrat al-fatra va usrat al-fitra” kitabını 1183’de tamamlamıştır. Bu kitapta Malazgirt Savaşı’yle ilgili birtakım bilgiler aktarılmaktadır. Bir diğer tarihçi olan Sibt İbn al-Cavzi ise Romen Diojen’in Malazgirt Meydan Muhaberesi’nden sonraki yaşantısını aydınlatmaya gayret etmiştir. 1127’de vefat eden Hamadâni’nin tarihi de Alp Arslan dönemini anlatan ifadeler yer almaktadır. Yukarıda da bir kısmının adına değindiğim üzere, XIII. yüzyılda yaşayan al-Bundari de Sultan Alp Arslan’ın fetihlerine ilişkin açıklamalarda bulunmaktadır. Selçuklulara dair bilinen ilk kaynaklardan biri, XIII. yüzyılda al-Husayni’nin yazmış olduğu tarih kitabıdır. Bu alanda, XIV. Yüzyıl tarihçilerinden Kazvinli Hamdullah Mustevfi’nin yazmış olduğu “Tarih-i Güzîde” kitabını da unutmamak gereklidir. XV. yüzyılda ise Malazgirt Savaşı üzerine de anlatımlarda bulunan Mirhond’un “Ravzatü’s-Safa” adlı tarih kitabı da bunlara dahil edilebilir.39
Öte yandan Alp Arslan’ın gençlik yılları incelendiğinde başına buyruk, pervasız ve acımasız bir mizaca sahip olduğu görülmektedir. Bir gün yolda karşılaştığı bir ihtiyarı zevk için öldürmesi bu mizacını örnekler niteliktedir. Adudud–devle lâkabıyla da bilinen Davud oğlu Alp Arslan, bir gün ava çıktığında yolu üstünde bir ihtiyarla karşılaştı. “O, (yolda) zayıf bir ihtiyar gördü. İhtiyar, topladığı dikenleri başına yüklemiş, onları taşımaktan bir hayli acı ve sıkıntı çekip iyice yorulmuştu. Alp Arslan ona ‘Ey ihtiyar’, o da ‘Buyur’ demesi üzerine Alp Arslan: ‘İhtiyar halinle çektiğin sıkıntı ve yorgunluktan seni kurtarmamı ister misin?’ dedi. Alp Arslan’ın kendisini bu işten kurtaracak bir şey yapacağını veyahut herhangi bir yardımda bulunacağını zanneden ihtiyar (…) ‘Peki (isterim) Efendimimiz’ dedi. Bunun üzerine Alp Arslan, ihtiyara bir ok atıp onu olduğu yerde öldürdü.”40 Alp Arslan Hazar Türklerine karşı giriştiği saldırılarda 30 bin kişiyi öldürüp 50 bin kişiyi de tutsak almıştır.41 Zeki Velidi Togan’ın aktardığı üzere, “Alp Arslan 1066 senesinde külliyetli bir ordu ile Aral Gölü sahillerine kadar gelmiş, orada Cazıg ve Kafşit Türkleriyle harbetmiştir.”42 Togan, sözlerine devamla “Alp Arslan’ın Aral-Hazar mıntıkasında Kıpçakları sıkıştırdığı”nı ifade etmektedir.43 “Alp Arslan, (Suriye’den) döndükten sonra Türk ülkesine yöneldi. (…) Daha önce sözü edilen Ceyhun ırmağı üzerine bir köprü kurdurdu. Ordu, bu köprüyü bir ayda geçti. Kendisi de bizzat geçti. 465 yılı Rebi’u’l-Evvel ayının 6’sında (20 Kasım 1072 Salı) Ceyhun ırmağı kıyısında bir kalesi bulunan Firebru adlı küçük bir kasabada ziyafet verdi. Askerleri, bu kalenin Yusuf el-Harezmi denilen muhafızını huzuruna getirdiler. O, kale ile ilgili bir konuda bir suç işlediği için ellerini bağlamışlardı. Sultan, Yusuf el-Harezmi kendisine yaklaştırıldığında dört kazık çakılarak el ve ayaklarının bunlara bağlanıp cezalandırılmasını ve sonra da öldürülmesini emretti. Yusuf el-Harezmi: “Benim gibi bir adama böyle mi davranılır?” dedi. Bunun üzerine Alp Arslan öfkelendi. Yayını alıp bir ok yerleştirdi ve bağlarının çözülmesini emretti. Ona bir ok attı vuramadı. Halbuki ok atmada öğünürdü. Sultan tahtında oturuyordu, oradan indi, bu sırada ayağı sürçtü ve yere düştü. Bunu üzerine Yusuf ona saldırdı, belinde gizli olarak taşıdığı bir hançerle onu bıçakladı. O sırada bir Ermeni ferraş Yusuf’un üzerine atıldı, başına demir bir kargı (mirzebbe) vurup onu öldürdü. Alp Arslan yaralı olarak başka bir çadıra geçti. “Ha” harfinde sözü edilen Nizamü’l-mülk Ebu Ali el-Hasan’ı çağırttı. İleride bahsi gelecek olan oğlu Melikşah’ı ve/iahd yaptığını ona vasiyet olarak bildirildi. Sultan Alp Arslan daha sonra mezkur ayın (Rebı’u’l-Evvel) 10’unda (24 Kasım 1072) Cumartesi günü vefat etti. Doğumu 424 (1032-33) yılında idi. Hükümdarlığı dokuz yıl ve birkaç aydı. (Cenazesi) Merv’e nakledildi ve babası Davud ile amcası Tuğrul Bey’in kabri yanına defnedildi.”44 XIII. yüzyıl tarihçilerinden Gregory Abû’l Farac da bu konuya ilişkin bir kısım bilgiler aktarmaktadır: “Sultan bir kale önünde çadırlarını kurunca Harzem yerlilerinden olan buranın hâkimi kendisi ile harp etti. Alp Arslan, Harzem ahalisini birtakım vaadlerle aldatarak onları kazandı ve bu adamın ok atılarak öldürülmek üzere elleriyle ayaklarının dört kazığa bağlanmasını emretti. Bu adam sultanın huzuruna getirilince sultanı söğdü ve ona ‘seni muhannes, dedi, benim gibi adamlar bu şekilde mi öldürülür’. Bu sözlerden kanı kaynayan sultan ‘bu adamın ellerini ve ayaklarını çözün, ben de onu serbest olduğu halde öldüreceğim’ dedi. Adamın serbest bırakılması üzerine sultan bir ok attı, fakat bu ok o adama yetişemedi ve bu Harzemli adam sultanın üzerine sıçradı ve eline geçirmiş olduğu bir bıçağı sultanın sırtına sapladı. Bunu üzerine harem ağalarından biri kendini sultanın üzerine attı ve Harzemli adam sultanı bırakarak ağayı bıçaklamaya başladı. Bunun üzerine çadır kurmakla meşgul olan Ermenilerden biri geldi, Harzemli’yi başından vurarak öldürdü. Sultan bu hadiseden birkaç gün sonra aldığı yara yüzünden öldü”45. Kaynaklar söz konusu Ermeniyi aktarırken, “Ermeni Ferraş yetişti ve Yusuf’un kafasına bir demir vurup öldürdü” demektedirler.46 “Ayrıca sultanın katilini öldüren Ermeni ferraşın ismi de Câmi’-i Nîsâbûrî olarak kayıtlıdır. Bkz. Rôhatü’s-Südûr, 1, 118-120; İbnü’l-Esir, el-Kâmil, (Tomberg neşri), X, 73-76, Türkçe tere., İslâm Tarihi, X, 78-80; Sıbt İbnü’I-Cevzi, Alp Arslan’ın ölümüne ilişkin İbnü’I Kalânisî’nin ‘Bu yılda, sultanın Ceyhun ırmağı yöresinde mutasavvıf zahid elbisesi giymiş bir Batıninin giriştiği sûikast sonucunda şehit edildiği haberi geldi’ (Krş. İbnü’l-Kalânisî, Zeyl Tarih Dımaşk, 106) şeklindeki ifadesini doğru olmadığı gerekçesiyle reddeder ve hadisenin kendi anlattığı biçimde gerçekleştiğini söyleyerek sultanın ölümünün ordunun Ceyhûn’u geçinceye dek üç gün gizlendiğini, sonra da Melikşah’ın, üzerinde halife tarafından gönderilen hil’at olduğu halde tahta oturduğunu kaydeder.”47 Ölüm tarihi olarak kimi kaynaklar 14 Aralık 1072’yi vermekle birlikte, yaygın görüşe göre bu tarih 24 Kasım 1072’dir.48 Birçok kaynağın belirttiğine göre, Alp Arslan’ı öldürenin Harzemli Yusuf olduğu aktarılmasına rağmen onun Deylemli olduğunu iddia edenler de bulunmaktadır.49 “İbnü’l-Adim’e göre Yusuf el-Harezmı, Türkistan hükümdarı Şemsülmülk Tegin’in adamıdır. Bkz. Bugyetü’t-Taleb, 36-37, 38, Türkçe tere., Biyograjiferle Selçuklular Tarihi, 23, 24; Urfalı Mateos’a göre Alp Arslan’ın ölümü, Yusuf el-Harezmi’nin bir suikast planı neticesi gerçekleşmiştir. Ayrıca bu müellif, Yusuf’un adını zikretmezse de onun bir Kürd olduğunu ileri sürer. Bkz. Urfalı Mateos Vekayinamesi, 145-146; Gregory Abu’l-Farac (Bar Hebraeus}, Abu’I-Farac Tarihi, Türkçe çev. Ö. Rıza Doğrul, Ankara 1987, I, 325; İbn Kesir, el-Biddye ue’n-Niheıye, Türkçe tere., M. Keskin, Büyük İs/dm Tarihi, İstanbul 1995, XII, 226-228; İbn Tağrıbird1, en-Nücumü’z-Zôhire, V, 94; V. V. Barthold, Moğol İstilasına Kadar Türkistan, Haz. H. D. Yıldız, Ankara 1990, 335; İ. Kafesoğlu, ‘Alparslan’, DİA, T.D.V., İstanbul 1989, il, 529; Sevim, ‘Sıbt’ın Eserinde Sultan Alp Arslan Dönemi’, Belgeler, XIX/23, 49-50; Alptekin, ‘Büyük Selçuklular’, DGBİT, Vlf, 127-128. Alp Arslan hakkında önemli bir eser kaleme almış olan M. Altay Köymen, eserinde Alp Arslan’ın ölümüne ilişkin müstakil bir bahis ayırmamıştır. Onun, müstakil bir bahiste bu önemli ölüm hadisesini ayrıntılarıyla ele alıp tahlil etmesi beklenirdi. Yukarıda geçtiği üzere sadece dolaylı konular münasebeti ile Yusuf el-Harezmı’den ve Berzem kalesinden bahsetmiştir. Azimi, Sultan Alp Arslan’ın ölümünü çok kısa olarak verir, bkz. Azimi Tarihi, 20; bunun gibi İbnü’I Ezrak’ta da sultanın ölümü özet şeklinde olmakla birlikte onun Isfahan’da defnedildiği kayıtlıdır. Bkz. Tarihu’l-Farıki, Neşr. Bedevt Abdüllatif Avad, Beyrut 1974, 197; Bundan, Zübdetü’n-nusra, 47, 48; Sadreddin el-Hüseynı’ye göre ‘Saltanat müddeti on yıl idi’ ve ‘Ömrü kırk yıl, iki ay idi. Merv’de babası ve amcasının yanına defnolundu’, bkz. ‘Ahbaru’d-Duleti’s-Selçukiyye’, 38” 50. Oysa, bu iddia birtakım verilerle doğrulanamamaktadır. Alp Arslan’ı katleden Yusuf Harezmi’nin bir Ermeni tarafından öldürülmesinin tarihsel arka planı mevcuttur. Çünkü Alp Arslan Karslı Aşot’un oğlu Ermeni kralı Gagik ile dostluklar kurmuştu. Ordu içinde de bir kısım Ermeni neferleri yer alıyordu. Söz gelimi, 1067 yılında Aristakes adlı bir Ermeni komutanı 200 kişilik neferiyle birlikte Alp Arslan’ın saflarına katılmıştı.51 Bununla birlikte, orduda farklı kavimlerin yanısıra Fars kökenli sivil memurlar bulunuyordu. Asıl adı, Davud oğlu Mehmet olan ve Alp Arslan lakabıyla bilinen Selçuklu sultanı Bizans ordusuyla 1064 yılında da karşılaşmıştı. “Alp Arslan, güneye inerek Kars taraflarındaki Akşehir (=Sepidşehr) ve yöreleri ile (Temmuz 1064), Bizans kuvvetlerinin şiddetle savunduğu Allahverdi şehrini hücumla elegeçirdi.”52 Selçuklu hükümdarlarınca Türk ya da Türkmenlere karşı bir mesafeli duruş ya da temkinlilik söz konusu idi. Bu kesimlere her görev verildiğinde görevlerini savsaklama, disiplinsiz davranma ya da cinayet işleme gibi olaylar vuku buluyordu. Söz gelimi “Tuğrul Bey, Anası-oğlu ile Boğa adlı iki Türkmen reisine Diyarbekir ve çevresini iktâ etti. Fakat Oğuz şeflerini ordu teşkilatına alma ve kendilerine müstakil vazife verme başarılı olamadı: Bu iki Oğuz şefinin Diyarbekir’i fethedecek yerde, bu şehrin surları altında birbirlerini öldürmeleri üzerine Tuğrul Bey, görünüşe göre irsî kabile reislerine devlet teşkilatında müstakil vazife vermekten vazgeçti. Böylece Türkmen reisleri, ya prenslerin veya gulâm’lıktan yetişme kumandanların emrinde vazifelendiriliyorlardı.”53 Ayrıca, “T u ğ r u l Bey zamanında ortaya konan bu prensip, görünüşe göre, Melikşah zamanına kadar değişmemiştir. Filhakika Alp Arslan’ın Türkmen reislerinden Anadolu’nun fethinde yararlanmak istediği zaman, onları gulâm’lıktan yetişmiş kumandanların emrine verdiğini biliyoruz. Meselâ o, Afşin ve Ahmed Şah adlı Türkmen beylerini Doğu ve Güney Doğu Anadolu’nun fethine memur ettiği Gümüş-Tekin’in emrine vermişti. Bu iş birliği bir müddet başarı sağlamış ve birçok fetihler yapılmışsa da sonunda, galiba ganimet taksimi esnasında, Gümüş-Tekin’le Afşin’in arası açıldı. G ü m ü ş – T e k i n ‘ i öldüren Afşin, Sultan’ın gazabından korkarak, batıya doğru kaçtı.”54 Türkmenler meselesine değinen Mehmet Altay Köymen de Türkmenlerin disiplinsiz ve başına buyruk yönlerini dile getirmekte ve “Artuk Bey gibi Türkmen Başbuğları’nın” Alp Arslan’a “kafa tutacak kadar ileri gittiklerini biliyoruz” demektedir.55 “Türk ordusu, Alp Arslan’a karşı kardeşi -Kirman Selçuklu hükümdarı- Kavurd’u tercih etmeye başlamıştı. Öyle anlaşılıyor ki, Alp Arslan’ın takip ettiği umumî siyaseti, Türklük bakımından tatmin edici bulmayan ordu kumandanları, kenar bölgede hâkim olduğu için İran medeniyetinin tesiri altında pek kalmayan ve Türk geleneklerine daha çok bağlı olan Kavurd’u tahta geçirmeye teşebbüs etmişlerdi. Ancak, Alp Arslan zamanında aldığı tedbirlerle bu hareketi önlemeye muvaffak olmuştur.”56 Köymen, Alp Arslan’ın ordusunda Oğuzların yani Türkmenlerin fazla bulunmadığını, bunun da nedeninin Oğuzların/Türkmenlerin yoğun olarak yağma faaliyetlerinde bulunmaları ve disiplinsiz yaşantıları olduğu kanısındadır. Köymen, “Melikşah zamanında Türkmenlerin ordudan tamamiyle tasfiye edildikleri anlaşılmaktadır” diye eklemektedir.57 Togan, Tuğrul Bey zamanında da Türkmenlerin yağma faaliyetlerinden rahatsızlık duyuluyordu. “1063’te halife al-Kaim bi-Amrillâh, Toğrul Beye daha hiçbir yerde karar kılamayan Türkmenlerin sonu gelmeyen yağmalarından şikâyet ettiğinde Toğrul Bey de bu kabilelerimen edemedi.”58 Selçuklu saltanatında sonradan gelen bir başka Alp Arslan bulunmaktadır. Bu sonuncu Alp Arslan ahraz idi. Aslında dilsiz değil kekeme idi. Bu son hükümdar, 1113-1114 yıllarında Şam Selçuklularının üçüncü hükümdarı olarak bilinmektedir. Tahta geçmeden önce kardeşleri Melikşah ile Mübarekşah’ı öldürtmüştür. Batıniler diye bilinen tasavvuf ehline karşı bir kıyım harekâtı uygulamıştır. “Su testisi su yolunda kırılır” misali bu acımasız ve kaba ruhlu hüküm darın kendisi de adamları tarafından öldürülmüştür. İbnü’l-Esir, Alp Arslan Ahraz öldükten sonra kardeşlerine yaptıklarının karşılığı olarak iki oğlunun öldürüldüğünü nakletmektedir.59 Aslında Malazgirt fatihi olarak bilinen Büyük Alp Arslan’ın da egemenliğini sağlamak maksadıyla kardeşini öldürttüğü bir kısım kaynaklarca öne sürülmektedir.
Tuğrul Bey, 7 Eylül 1063’te 70 yaşında Rey kentinde vefat etti. Sekiz yıl Bağdat’a egemen olan ve otuz yıl hükümdarlık yapan Tuğrul Bey, ölmeden önce kendi tahtına Davut oğlu Süleyman’ın oturmasını vasiyet etti. Gregory Abû’l-Farac (Bar Hebraeus), bu konuda şu açıklamayı yapmaktadır: “Fakat Süleyman’ın kardeşi olan Alp Arslan kuvvetli bir adam olduğu için onun hayatına son verdi ve onun yerine hüküm sürdü.”60 Alp Arslan, kaynakların iddia ettiğine göre yedi yüz bin nüfuslu Ani kentini kuşatıp kanlı bir savaştan sonra egemenliği altına aldı. Ancak Ön Asya’nın bu görkemli kenti Ermenilerin ve bir süre Kürtlerin denetiminde olduktan sonra sık sık el değiştirmiştir. “Alp Arslan’dan Kürtlere, Kürtlerden Gürcülere ve bunlardan Moğollara geçtikten sonra Ani, 1319’da bir depremle yıkıldı.”61 Bizans imparatoru I. Alexios Komnenos’un kızı Anna Komnena’nın yazmış olduğu “Alexiad” adlı tarih kitabında Malazgirt Savaşı ve Sultan Alp Arslan’a ilişkin bilinenlerden farklı anlatımlarda bulunmaktadır. Komnena, babasının ve öncesindeki kısa bir dönemin olaylarını aktarmaktadır. Babası 4 Nisan 1081’den ölüm tarihi olan 15 Ağustos 1118’e dek Bizans İmparatorluğu tahtında oturmuştur. Anna Komnena’ya göre imparator Romen Diogenes, Şahinşah’a (Alp Arslan’a) şu uyarıyı yapmıştır: “Eğer siz, Rum devletine boyun eğmek ve hristiyanlara karşı saldırılarınıza son vermek istiyorsanız; size bahşedilecek lütuflardan ve onurlandırmalardan yararlanacaksınız ve size düşen arazilerde (…) bundan böyle özgürce yaşayacaksınız.”62 Komnena, kitabının birçok yerinde Selçuklular için “Barbarlar” diye söz ederken, Malazgirt’te yenilenin Romen Diyojen değil de Sultan Alp Arslan olduğu yönünde bir algı oluşturmaktadır. Buna karşın, ünlü Bizantolog Georg Ostrogorsky “Armenia’da bulunan Malazgird (=Mantzikert) yanında, Van Gölü’ne yakın bir yerde sayıca üstün fakat karışık asıllı ve disiplinsiz ücretli ordu 19 Ağustos 1071’de Alp Arslan’ın birlikleri tarafından imha olunurcasına bozguna uğratıldı. Bizzat imparator esir düştü”63 demektedir. Ostrogorsky, “Kappadokia asilzadelerinden general Romanos Diogenes”in imparator olarak iki galibiyetle sonuçlanan savaşlardan üçüncüsünde yenilmesinin başlıca nedenini şu ifadelerle özetlemektedir: “Bu mağlubiyette caesar İonnes’in oğullarından birisi olan Andronikos Dukas’ın ihaneti hiç de en küçük rolü oynamamıştı” demektedir.64 Gerek Alp Arslan ve gerekse Romen Diyojen 1072 yılında kendilerine karşı düzenlenen suikaslar sonucunda yaralandılar ve kısa süre sonra da öldüler. Tarihçilerin bir kısmı Malazgirt olayına hiç değinmemişlerdir. Bunların başında Erbil’in Şafi Kürtlerinden ve aynı zamanda İbnü’l-Esir’in öğrencisi olan İbn Hallikan‘ın “Vafayāt al-a’yān va anbā abnā al-zamān” adlı oldukça kapsamlı kitabında Alp Arslan’ın hayatına ilişkin ayrıntılı anlatımlara karşın, Malazgirt olayına değinmemiş olması zihinlerde bir ukte olarak kalmıştır.65
Tarihçi Ayşe Hür, doğru tespitlerinin yanı sıra Malazgirt Savaşı’na ilişkin bir kısım yanlış bilinenleri de tekrarlamaktadır.66 Hür, Malazgirt Savaşına Kürtlerin katılmadığı yönünde bir sonuca varırken Selçuklu Kürt ilişkisi yokmuş gibi bir algı oluşturmaktadır. Oysa, 1944 yılında Turancılık davası nedeniyle yargılanan Zeki Velidi Togan bile, Alp Arslan’ın babası Davud Han’ın Kürt Şeddadi devletiyle (Şadililerle BA.) iş birliği yaptığını açıklamaktadır.67 M.Fuad Köprülü de, Tuğrul Bey’in, Şadi Kürtlerinin (Şeddadiler) emiri Ebû’l-Esvar ile Ani çevresinde fetihlerde bulunduğunu aktarmaktadır.68 Sultan Alp Arslan, Gürcülerin Şeddadi (Şadi) topraklarına karşı saldırılar düzenlemesi üzerine Arran üzerinden tekrar saldırıya geçmişti.69 Bu müttefiklik Melikşah zamanında da devam etmiştir. Fuad Köprülü, Selçuklu devletinin müttefiki olan Şadi (Şeddadi) Kürtlerinin egemenlikleri süresince Ermenilere iyi muamelede bulunduklarına dair anlatımlara dikkati çekmektedir. 70 Hukuksal açıdan Selçuklu da Şadi-oğulları (Şeddadiler) da Hanefi mezhebinden idiler. Sultan Alp Arslan, veziri Nizamü’l-Mülk’ün Şafiî mezhebinden olmasına rağmen bu mezhep ile mesafeli duruş sergiler ve her defasında eleştirirdi. “Vezirim Şafiî mezhebinden olmasaydı ne iyi olurdu” diye söylenip dururdu. Bu nedenle, Nizamü’l-Mülk, sultanın canına kast edeceğinden korkar olmuştu.71 Korkmakta da haklıydı. Çünkü, 23 Selçuklu vezirinden ancak iki vezir ecelleriyle ölmüşlerdir. “Yirmi üç Selçuklu vezîrinden dördü Batınîler tarafından katledilmiştir. Dört vezîr Sultan’ın emriyle öldürülmüştür, bir vezîr, bizzat Sultan tarafından katledilmiştir. İki vezîr askerler ve gûlamlar tarafından öldürülmüştür. Ancak iki vezîr görevlerini ifa ederken ecelleriyle vefat etmişlerdir.”72 Diğerleri dış görevlere atanmış ve dördünün de akıbeti bilinmemektedir. Selçuklu İmparatorluğunda Nizamü’l-Mülk başına buyruk ve mezhepçi bir vezir olarak anlatılagelmiştir. Alp Arslan’ın oğlu Melikşah zamanında Nizamü’l-Mülk adeta devlet içinde devlet oldu. Yönetim gücünü elinde toplamaya çalıştı. Melikşah’ın yaşça tecrübesiz oluşu da bu duruma yol açmıştır. Melikşah’la gizliden gizliye bir rekabet içinde olan Nizamü’l-Mülk, Sultan’ın müttefikleri olan Mervani Kürt Beyliğine savaş açmıştır.73 Alp Arslan ve Melikşah’ın veziri olan Nizamü’l-Mülk bir yana, Selçuklu sultanlarının dinsel açıdan tasavvuf ehline hoşgörülü davrandığı yargısı, kimi tarihçilerin üzerinde birleştiği bir görüştür. Türk tarihçilerinden İbrahim Kafesoğlu da aynı görüştedir. Kafesoğlu’na göre, “Selçuklu sultanları bile şiî telakkilerle dolu fikirlerin yayıcıları olarak Sûfîlere karşı hürmetkârane davranıyorlardı.”74 Kafesoğlu, Selçuklularda da dinsel açıdan şehirle kırsal kesim arasında farklılıklar olduğu söylemektedir: “Selçuklu devrindeki kitabîdin baskısı yapan medreselerin büyük etkisi altındaki bazı şehirler dışında umumiyetle halk serbest düşünceli idi.”75 Selçuklu İmparatorluğu da tıpkı Osmanlılar gibi çok dinli ve mezhepli, çok milliyetli bir oluşumdu. Her iki devlet yaklaşık bin yıl boyunca kavmiyetçiliği suç olarak gördüğünden uzun süre ayakta kalabildiler. Milliyetçilik ise 1789 Fransız İhtilalinden sonra daha çok geri kalmış ülkelere ihraç edilen ayrıştırıcı bir ideoloji idi.
Orta Çağ İslam Tarihi uzmanı Fransız tarihçi Claude Cahen, Alp Arslan döneminde Ön Asya ve Orta Doğudaki dinsel ve etnik tabloyu kısaca özetlemektedir: “Abbasî ve Buyid hanedanlarından başka hanedanlar da vardı: Hazar denizi kıyılarında çeşitli Şiî toplulukları, kuzey-batı İran’ın Ermeni, Bizans Sınırlarındave Kafkas hududunda Sünnî Kürtler, Orta Dicle’de Arap-Bedevî Onikiler Şiîleri (Musullu Ukaylîler), Halep’te Mirdasîler ve Diyarbakır’da Sünnî Kürt hanedanı Mervanîler Orta Suriye, Mısır’daki Fâtımîlere bağlıydı. Fâtımî hanedanı Arabistan’da Kutsal Kentler’de ve Yemen’de de etkiliydi. Bu bölgelerde Şiîler de vardı, ama bunlar İsmâîlî idiler.”76 Cahen devamla: “onbirinci yüzyılın ortalarına doğru, geleceğin sultanlarından Alparslan’ın isteği üzerine adı bilinmeyen bir yazar bu konuda (Selçuklu tarihi konusunda BA) ne bulduysa toplamıştır. O dönemde bile yarı efsaneye dayanan bilgilerin ötesinde pek bir şey bulamamıştır. Melikname adındaki bu kitap yok olmuştur, ama Ortaçağın sonuna kadar pek çok yazar bu kitaptan yararlandığı için, bu kitap hakkında gene de oldukça iyi bir fikir edinebiliyoruz.”77 Tuğrul Bey’in Kürtler ve Ermenilerle geliştirdiği dostane ilişkilere de değinen Cahen bu açıdan şu tespitlerde bulunmaktadır: “Tuğrul Bey kendisine boyun eğmek ve onu başbuğ olarak kabul etmek istemeyen Türkmenlerle karşılaşmıştı. Bu Türkmenler, güneye, Kürdistan’ı aşarak Yukarı Mezopotamya’ya gitmişlerdi. Kendilerine rakip olmalarını istemedikleri için onlara karşı birleşen Kürtler ve Bedevîler tarafından burada yok edilmişlerdi. Bu olaydan Selçuklular… yarar… sağladılar.”78 Cahen, Türkmenlerin taşkınlıklarının yağma ve gasp faaliyetlerinin durdurulması için bölge halklarından Tuğrul Bey’e birtakım şikâyetlerin gelmiş olmasına dayanılarak, Selçuklu güçlerince Küçük Asya’nın doğusuna ve Batı İran’a birtakım seferler yapıldığına değinmektedir: “1049’da İbrahim Yınal’ın, 1054’de de Tuğrul Bey’in Ermenistan’a yaptıkları seferlerin gerçek nedenleri bunlardı. Bu seferler, kuzeybatı İran’daki Kürt beylerinin Tuğrul Bey’in egemenliğini tanımasına ve Gregoryenler arasında ona saygı duyulmasına da yol açmıştı. (…) Tuğrul Bey, yağmacılığa ve Irak’taki işgal şekillerinde uygulanan gereksiz sert davranışların tümüne son vereceğini bildirmiştir. Çetin ülke Kürdistan’da ordularının ilerlediği oranda da edimlerinin sözlerine uyduğunu göstermiştir.”79
Romen Diojen, imparator olduktan sonra birkaç kez Küçük Asya’nın doğusuna seferler düzenledi. 1069’da Palu’ya geldi. Bu sırada, Van (Vaspurakan) yöresinin Ermeni soylu ailele rinden olan Philaretos Brachamios, Palu’daki Bizans askeri birliğinin komutanı idi. Malazgirt Savaşı sırasında da Palu’daki komutanlık görevini sürdürüyordu. Ancak, Malazgirt Savaşı’ndan sonra komuta ettiği birliklerine takviyeler yaparak Adıyaman, Samsat, Maraş ve Urfa dolaylarına dek Bizans’a bağlı olmaksızın egemenlik alanlarını genişletti. Bizans’ın Antakya valisi olan Ermeni asıllı Vasak Pahlavunî’nin Antakya’da bulunan Bizans askerlerince öldürülmesi üzerine, Antakya’da mevcut olan Ermeni soylular taburunca Philaretos çağrılarak şehir kendisine teslim edildi. Böylece Antakya şehri, Philaretos tarafından 1078/1079’dan itibaren Antakya valiliği görevini yürütmüştür.80 1071’de Küçük Asya’ya düzenlediği seferlerde kendisinden bir hayli söz ettirmiştir. Sivas şehrine vardığında buranın Rum ahalisi Erme nilerden şikâyet ederek kendilerine çok zulmettiklerini imparatora söylediler. Bunun üzerine Diyojen, sivas şehrinin talan edilmesini emredip ordusunu Ermenilerin üzerine sürmüş ve onlardan birçoğunu öldürtmüştür.81 Malazgirt Savaşı öncesinde Selçuklular ile bölgedeki Kürt Şadi (Şeddadi) devletleri arasında bir ittifak oluşturulmuştu. 1040 yılındaki Dandanakan Savaşı’nı fırsat bilen Bizanslılar Şadililerin/Şeddadilerin üzerine orduyu gönderdi. Bu durum karşısında, Kutalmış komutasındaki Selçuklu ordusu Şadililerin yardımına yetişti. Dvin kentinde Şadililer ve Selçukluların ittifakı sonucu Bizans güçleri bölgeden uzaklaştırıldı.82 E. Denison Ross, İslam Ansiklopedisi (Leiden tabı) “Şeddad” maddesinde Kaykavus’un 1075 yılında yazdığı “Kabus-name”de Şeddadi hanedanlarına ilişkin birtakım bilgiler aktardığını belirtmektedir83. Selçuklu sultanları yaptıkları hemen hemen her muharebede müttefikleri olan Kürtlerle sonuca ulaşmışlardır. Bu müttefiklerin başında da benim yaklaşık 35 yıl önce Şadililerin ataları diye belirlediğim ve Arap tarihçilerinin Şeddadiler dediği Ani ve Gence’de kurulu bulunan Kürt devletlerinin egemenleri bulunuyordu. Bekir Biçer de Kürt Selçuklu ilişkilerine değinmektedir: “Selçukluların döneminde Kürtler Van, Ahlat, Muş, Kars ve Aras’a kadar uzanan geniş bir bölgeye yerleşmişlerdir. Ermeniler tarafından boşaltılan yerlere Kürtler yerleşmiş ve Ermeniler Kürtler tarafından asimile edilmeye başlanmıştır. Zaman içinde bölgeye Kürt aşiretlerinin yayılması ve yerleşmesi sonucu bölge yavaş yavaş Kürdistan’a dönüşmüştür. Büyük Selçuklu sultanları, Kürt hanedanları arasındaki çatışmaları engellemiş ve Kürtlerin birlik olmalarını sağlamıştır. Kürt askerleri ve aşiretleri Suriye Selçuklu Devleti’nde görev almış ve ‘Kürtler Suriye, Filistin, Yemen ve Mısır’a kadar yayılma imkânı bulmuştur’.”84 Sasaniler zamanında mevcut olan 7 eyaletten biri Kurdabad idi ve Kürtlerin yaşadığı coğrafyayı ifade ediyordu. Selçuklular geldikten sonra Kürtlerin yaşadığı yeni bir eyalet tahsis ettiler ve buna Kürdistan demeye başladılar.85 Selçukluların tarih sahnesinde yer ettiği süreçte, Küçük Asya’nın doğusunda Şeddadi, Mervani, Hasnevi, Revadi ve Annazi adlı Kürt devletleri bulunuyordu.86 Bizans İmparatorluğu yalnız Kürtlerle savaş mıyordu; Ermenilerle de savaş durumundaydı. “Ermeni krallıklarını (Kars hariç) bir bir ortadan kaldıran Bizans, güneydoğuda Urmiye Gölü’ne ve doğuda Dvin hududuna kadar hakimiyetini genişletti.”87 Prof. Claude Cahen de Bizans-Ermeni ilişkilerinin bozulduğundan söz etmektedir: “Ermeni asillerinden bir kısmının, yoktan kavga çıkaran dinî politikasının kendilerini öfkelendirdiği Bizans’a karşı sistemli düşmanlığı, vergi sistemi, halka yabancı yöneticilerin ve birliklerin gönderilmesi gibi hususlar bilinmektedir.”88 Azeri tarihçiler de bu konuda aynı tarihsel doğruları paylaşmaktadırlar. Bunlardan R. A. Hüseynof’a göre, “Bizans imparatorluğu Ermeni topraklarına dört kez saldırmış, bu suretle de Ermeni devletinin ve Ermeni Bagratiler çarları hanedanının mahvolmasında kesin bir rol oynamıştır. Fakat Ermenistan’ın askerî potansiyelini baltalamakla ve onu serbest siyasî sistem olarak mahvetmekle Bizans imparatorluğu, kendisini de Selçuklulardan gelen tehlikeden korunmaktan mahrum bıraktı” 89. XI. yüzyılın sonlarında Haleb kentin de doğan İbnü’l-Azîmî, “Tarih” adlı kitabında Şeddadi (Şadili) beylikleriyle Selçuklu ilişkilerine değinmektedir: “Rumlar, içinde Abdullah b. Ebu’s-Sevar’ın bulunduğu Dübeyl şehrine karşı harekete geçtiler. Bunun üzerine Tuğrul Bey’in gönderdiği memlükü Kutalmış, Rumları yenilgiye uğrattı.”90 Bizans’ın Küçük Asya’nın doğusundaki beyliklerle ya da devletlerle ilişkilerinin bozuk olması ve bu bölgedeki halklara baskı uygulaması sonucu bu bölgedeki Kürtler ve Ermeniler başta olmak üzere bir kısım yerel güçlere dayanan Selçuklular böylece egemenlik alanlarını da genişletmiş oluyordu. İttifak yapan güçler, genel olarak Oğuz boylarının yani Türkmenlerin taşkınlıklarından rahatsızdılar. Ord.Prof. Fuat Köprülü, Selçuklu hükümdarı Sultan Sencer’in Türkmenlerle sürekli bir savaş içinde olduğunu şu sözlerle dile getirmektedir: “…çobanlıkla geçinen, yazın dağlarda, kışın ovalarda kurdukları çadırlarda yaşıyan Guz (Oğuz) adlı göçebe Türkmenler vardı. Fenâ halde hiddetlenen hükümdar, bunları te’dîbe karar vererek üzerlerine bir kuvvet yolladı. Oğuzlar, sayıca çokluk olmakla beraber, padişahın heybetinden korkarak, ricacılar gönderdiler; yaptıkları kusurların affını dilediler; canlarının ve mallarının Hükümdar’ın emrinde olduğunu, her ne isterse vereceklerini, yüz bin veya daha fazla olan çadırlarının her birinden birer çocuk ve muayyen bir miktar som gümüş vermeye hazır oldularını bildirdiler. Lâkin Sancar bunlara fena hâlde kızgındı; bu ricalara kulak asmayarak bütün erkeklerin öldürülmesini, kadın ve kızların esir edilmesini emretti. Kurtulmak yolu kalmadığını gören Oğuzlar, son gayretle harb ederek Sancar’ın ordusunu mahveylediler. Büsbütün hiddetlenen Sancar’ın gönderdiği ikinci ordu, aynı felâkete uğradığı gibi, üçüncü defa giden kuvvet de bu âkıbetten kurtulamadı. Göçebe Oğuzlar büyük ganimetlere kondular ve her türlü harp vasıtaları ele geçirdiler. Vaziyetin böyle korkunç bir şekil alması üzerine, Sultan, çok büyük bir ordu toplayarak hemen Oğuzlar’ın üzerine yürüdü. Sultan’a mahsus olan Çetr’i gören Oğuzlar, bu gelen orduda Sultan Sancar’ın da bulunduğunu anlayarak, tekrar elçi gönderdiler; günahlarının bağışlanmasını, Sultan’ın bütün emirlerine canla başla itaat edeceklerini bildirdiler. Lâkin bu ricaları kabûl edilmedi. Yapılan harpte selçuklu ordusu müthiş bir hezimete uğradı; Sancar bin zorlukla Merv şehrine kaçabildi. Horasan şehirlerine yürüyerek Balh, Nisâbûr, Herat, Merv gibi şehirleri zapteden Oğuzlar, halka birçok zulümler yaptılar; çok canlara kıydılar, birçok şeriat adamlarını ve devlet ricalini öldürdüler. Sancar, Merv’den kaçarkan onların eline esir düştü. Hiçbir padişahın görmediği büyük eziyetlere katlandı. Nihayet ellerinden kaçmağa muvaffak olarak Tirmiz şehrine geldi ve tahtına oturdu; lâkin gördüğü büyük felâaketlerin tesiriyle, fazla yaşamayarak, az zaman sonra öldü.”91 V. Barthold, İdrisî’den naklen Türkler için sarf edilen şu ifadeleri aktarmaktadır: “Beyleri cengâver, tedbirli, metin ve âdildirler; fazîletleriyle temâyüz etmişlerdir; millet zâlim, vahşî, kaba ve câhildi.”92 Buna karşılık, “Bosworth erken Selçukluları ‘barbarlar’ ve ‘bir haydut çetesi’ olarak tanımlamış ve bu söylediklerini Gazne üzerine yazdığı kaynaklarda da tekrarlamıştır. Dolayısıyla Horasan’a gelişleri bir ‘trajedi’ olarak nitelendirilen Türkmenler, ‘doğaya ve toprağa karşı sorumsuz davrandıkları’ gerekçesiyle suçlanmışlardı.”93 “Sıbt, ‘Türklerin (et-türk), Vasıt valisi Ebu’l-Ganaim ibn Fesences ile birlikte Tuğrul’a karşı ayaklandıklarını belirtir: ‘Esasen buradaki Türkler kendilerinden bir grup insanı öldürttüğü için Sultan Tuğrul’dan nefret ediyorlardı.’ ”94 Veziri Nizamü’l-Mülk’ün Şâfi mezhebinden oluşundan rahatsız olan Alp Arslan, Hanefîliğe ilişkin bir kısım faaliyetlerde bulundu. Bu açıdan, “Şâfilerin diğer mezhepler ve bilhassa Hanefîlik aleyhindeki gayretlerini takibeden A l p Arslan Bağdad’ta Hanefî Mezhebi’nde tedrisat yapacak bir medrese inşa ettirmeye karar verdi. Bu maksatla 459 (1066 sonu) yılı başlarında kendisi gibi bir Hanefî olan müstevfisi Şaraf al-Mulk A b u Sacd Muhammad b. Manşür b. Muhammad’i Bağdad’a gönderdi. Safer ayının başlarında Bağdad’a gelen Şarâf al-Mulk, Abü Hanîfa Türbesi’ni yıktırarak alevî imamların türbelerine benzer, kubbeli ve muhteşem bir şekilde yeniden inşa ettirmiştir. Ayrıca, bu türbenin yanında büyük bir Hanefî medresesi yaptırarak bu medreseye müderrisler tâyin etmiş ve bol miktarda vakıfta bulunmuştur.”95 Selçuklular döneminde medreselerde müderrislik yapan sufiler vardı. Ayrıca, Alp Arslan zamanında kadın sufiler de bulunuyordu. Bu dönemde sufilerin kendi aralarında örgütlendiği de nakledilmektedir.96 Sufilerin kendi zaviyelerinin yanı sıra, devlette görev yapanlarca da destekleniyordu.97 Resmî sıfatı olan din adamlarınca da sufîliğin himaye edildiği anlaşılmaktadır.98 Bu cümleden olarak Sultan Alp Arslan’ın Nizamü’l-Mülk’ün şafiliğinden rahatsız olduğu ve kendi mezhebi olan Hanefiliğin imparatorluğun tek mezhebi olmasını istediği anlaşılmaktadır.99 Rus bilgini V. Barthold’a göre: “İran’da olduğu gibi Mâverâünnehr’de de hâkim sınıfın dini Zerüştilik olduğu hâlde İran’da cezalandırılan senevî (düalist mecûsî) mezheplere bağlı olanlar Mâverâünnehr’de emin bir sığınak buluyorlardı. Budistler ile Nasturîler’in de aynı hürriyete sahip oldukları anlaşılıyor.”100 Şemseddin Günaltay da buna benzer bir kısım belirlemelerde bulunmaktadır: “Horasan mıntıkası tasavvufi cereyanların da başlıca merkezlerinden biri oldu. Daha sekizinci asırda Nişabur’da, Merv’de, Herat’ta birçok mutasavvıflar zuhur etti. Horasan İslâm dünyasiyle Türk âlemi arasında bir geçit idi. Müslümanlık, Türkler arasına bu yoldan girmişti. Tasavvuf cereyanları da İslâmiyetin takip ettiği yollardan kolayca maveraünnehr’e sokuldu. Dokuzuncu asırda Buhara, Fergane, Harezm sahaları şeyhlerle, dervişlerle doldu.”101
KAYNAKÇA
(1) Sencer Divitçioğlu, “Oğuz’dan Selçuklu’ya”, Yapı Kredi Yay., İstanbul 2000, s.70.
(2) S. Runciman, “Orta Çağların Başlarında Avrupa ve Türkler”, Belleten, II. Kānun 1943, C.VIII, S.25, s.53-54.
(3) C. Brocelmann, “İslâm Milletleri ve Devletleri Tarihi”, çev. Neş’et Çağatay, 2.bs., Ankara 1964, s.161.
(4) Prof.Dr. Faruk Sümer, “Safevî Devletinin Kuruluşu ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Rolü”, Selçuklu Tarih ve Medeniyeti Enstitüsü Yay., Güven Matbaası, Ankara 1976, s.1-2.
(5) Urfalı Mateos Vekayi-Nâmesi (952-1136) ve Papaz Grigor’un Zeyli (1136-1162)”, çev. Hrand D. Andreasyan, TTK Yay., 2. Baskı, Ankara 1987, s.142.
(6) age, s.138.
(7) H. İbrahim Gök, “İbn Hallikân’da Selçuklu biyografileri -I- “, Edebiyat Dergisi, Yıl: 2006, S.15, s.90.
(8) Prof.dr. Faruk Sümer-Prof.dr. Ali Sevim, “İslam kaynaklarına göre Malazgirt Savaşı” (metinler ve çevirileri), TTK Yay., Ankara 1971, s.54.
(9) Ahmed bin Mahmûd, “Selçuk-Nâme I”, haz. Erdoğan Merçil, İstanbul 1977, s.94.
(10) age,C. I”, s.100-101.
(11) İbnü’l-Esîr, “El Kâmil fi’t-Târih”, C. 10, çev. Abdülkerim Özaydın, İstanbul 1987, s.71.
(12) Bundarî, El-Feth b. Ali: “Zübdetü’n-nusra ve Nuhbetü’l-usra”, yay. M.Th. Houtsma, Leiden 1889, “Irak ve Horasan Selçukluları Tarihi” adıyla Türkçeye çev. Kıvameddin Burslan, TTK Yay., İstanbul 1943, s.37,39. Ayrıca, bkz. Abdülkerim Özaydın, “Bündârî” md. Diyanet İslam Ansiklopedisi.
(13) Prof.Dr. Abdülkerim Özaydın, “Malazgirt Meydan Muharebesi (26 Ağustos 1071)”; “Alp Arslan ve Malazgirt”, Haz. Erdoğan Merçil, İstanbul Belediyesi Kültür Yay., İstanbul 2014, s.117.
(14) Ali Sevim, “İbnü’l-Adîm” md. DİA.
(15) “Urfalı Mateos Vekayi-Nâmesi (952-1136) ve Papaz Grigor’un Zeyli (1136-1162)”, çev. Hrant D. Andreasyan, TTK Yay., 2.baskı, 1987 Ankara, s.142/not.79.
(16) Ord. Prof.Dr. A. Zeki Velidi Togan, “Umumi Türk Tarihine Giriş”, C. I, En Eski Devirlerden 16. Asra Kadar, Enderun Kitabevi, 3.baskı, İstanbul 1981, s.192.
(17) V. Minorsky, “Studies in Caucasian History”, London 1953, s. 21.
(18) Mükrimin Halil Yinanç, “Türkiye, Selçuklular Devri: Anadolu’nun Fethi”, İstanbul 1944, s.73.
(19) Zeki Velidi Togan, “Umumi Türk Tarihine Giriş”, s.192.
(20) Ahmet Toksoy, “1018-1071 Yılları arasında Selçuklu-Bizans İlişkileri ve Ermeniler”, Yeni Türkiye, 60/2014, s.3.
(21) İbnü’l-Cevzi, “el-Muntazam fî târihi’l-mülûk ve’l-ümem”, Haydarabâd-Dekken 1359, C. VIII, s.261; akt. Abdülkerim Özaydın, “Malazgirt Meydan Muharebesi (26 Ağustos 1071)”: bkz. “Alp Arslan ve Malazgirt”, haz. Erdoğan Merçil, İst. Büyükşehir Bld. Kültür A.Ş. Yay., İstanbul 2014, s.116.
(22) Prof.Dr. Faruk Sümer-Prof.Dr. Ali Sevim, “İslâm Kaynaklarına Göre Malazgirt Savaşı” (Metinler ve Çevirileri), TTK Yay., Ankara 1971, s.XIV.
(23) Sıbt İbnu’l-Cevzî, “Mir’âtü’z-Zamân fî Târîhi’l-Âyân’da Selçuklular”; seçme, tercüme, değerlen dirme: Ali Sevim, TTK Yay., Ankara 2011, s. 170.
(24) İbn al-Asir, “Al- Kâmil fi’t-Tarih”, Kahire 1357, C.VIII, s.107-112.
(25) Sadr al-Din al-Husayni, “Ahbar al-davlat al-Salçukiya”, çev. Necati Lugal, TTK Yay., Ankara 1943, s.32-37.
(26) Bundarî, El-Feth b. Ali: “Zübdetü’n-nusra ve Nuhbetü’l-usra”, yay. M.Th. Houtsma, Leiden 1889, “Irak ve Horasan Selçukluları Tarihi” adıyla Türkçeye çev. Kıvameddin Burslan, TTK Yay., İstanbul 1943, s.35-41.
(27) Bundarî, El-Feth b. Ali: “Zübdetü’n-nusra ve Nuhbetü’l-usra”, yay. M.Th. Houtsma, Leiden 1889, “Irak ve Horasan Selçukluları Tarihi” adıyla Türkçeye çev. Kıvameddin Burslan, TTK Yay., 3. Baskı, Ankara 2016, s.38.
(28) Turtuşi, “Sirâc’ül-Mülûk, Siyaset Ahlâkı ve İlkelerine Dair”, haz. Said Aykut, İstanbul 1995, s.470-471.
(29) Carole Hillenbrand, “Malazgirt Muharebesi”, çev. Mehmet Moralı, Alfa Yay., İstanbul 2015, s.141.
(30) Abdülkerim Özaydın, “Malazgirt Meydan Muharebesi (26 Ağustos 1071)”, bkz. “Alp Arslan ve Malazgirt”, haz. Erdoğan Merçil, İst. Büyükşehir Bld. Kültür Yay., İstanbul 2014, s.106-123.
(31) S. Vryonis, “A Personal History of the History of the Battle of Manzikert”, E Vyzantine Mikra Asia, Athens 1998, s.232; Caroly Hillenbrand, “Turkish Myth and Muslim Symbol, The Battle of Manzikert”, Edinburg 2007, s. 14.
(32) Abdülkerim Özaydın, agm, bkz. (24) nolu kaynak.
(33) Aleksis G. K. Savvidis, “O Selçuykos Sultanos Alp Arslan kai to Byzantio”, Myriobiblos, S.7, Atina 1935, s.18-25; çev. Esin Ozansoy, “Selçuklu Sultanı Alp Arslan ve Bizans”, Tarih Dergisi, 35(1994), s.307.
(34) Georg Ostrogorsky (Ord.Prof.), “Bizans Devleti Tarihi”, çev.Prof.Dr. Fikret Işıltan, TTK Yay., 4.baskı, Ankara 1995, s.319.
(35) Semavi Eyice, “Malazgirt Savaşını Kaybeden IV. Romanos Diogenes (1068-1071)”, TTK Yay., Ankara 1971, s. 44-45.
(36) J. Laurent, “Byzance et Les Turcs Seldjoucides dans l’Asie Occidentale Jusqu’en 1081”, Paris 1913, s.44, 59
(37) Feridun Dirimtekin, “Malazgirt meydan muharebesi”, 2. bs., İstanbul 1943, s.56, dn.2.
(38) Claude Cahen, “İslam Kaynaklarına Göre Malazgirt Savaşı”, çev. Zeynep Kerman, TM/17 (İstanbul 1972) s.78; özgün metin: Claude Cahen, “La Campagne de Mantzikert d’aprés les sources Musulmanes”, Byzantion, C.IX, Yıl: 1934, s.613-642.
(39) Claude Cahen, agm, s.80-83; Aydın Taneri, “Büyük Selçuklu İmparatorluğunda Vezirlik”, AÜDTCF Tarih Araştırmaları Dergisi, Yıl: 1967, C.5, S.8, s.77.
(40) Ali Sevim, “Bugyetü’t-taleb fî târîh-i Haleb’e göre Sultan Alp Arslan”, Belleten C.XXX, S.118 (Nisan 1966), s.238; İbn’ül-Adîm, “Bugyetü’t-taleb fî Tarihi Haleb” (Seçmeler), “Biyografilerle Selçuklu Tarihi”, çev. Ali Sevim, TTK Yay., Ankara 1982, s.22.
(41) Ali Sevim, agm, Belleten C.XXX, S.118 (Nisan 1966), s.239.
(42) Ord.Prof.Dr. Zeki Velidi Togan, age, s.198.
(43) Ord.Prof.Dr. Zeki Velidi Togan, age, s.199.
(44) Dr. H. İbrahim Gök, “İbn Hallikân’da Selçuklu Biyografileri-II”, Selçuk Üniv. Fen-Edebiyet Fak. Edebiyat Dergisi, yıl:2006, S.16, s.54, dp.15.
(45) Gregory Abû’l Farac (Bar Hebraeus), “Abû’l Farac Tarihi”, çev. Ömer Rıza Doğrul, C.I, TTK Yay., Ankara 1945, s.325.
(46) Dr. H. İbrahim Gök, agm, agy.
(47) Muharrem Kesik (Doç.Dr.), “Sultan Alp Arslan Nasıl Öldürüldü?”, Usad, Güz 2016, (5):95-115; s.104.
(48) Muharrem Kesik (Doç.Dr.), agm, s.101-102.
(49) Dr. H. İbrahim Gök, “İbn Hallikân’da Selçuklu Biyografileri-II”, Selçuk Üni. Fen-Ed. Fak., Edebiyat Yıllığı, Yıl: 2006, S.16, s.54/dp.15.
(50) Osman Turan, “Selçuklular Tarihi ve Türk İslâm Medeniyeti”, İstanbul 1993, s.190.
(51) Mehmet Altay Köymen, “Alp Arslan Zamanı Selçuklu Askerî Teşkilatı”, AÜDTCF Tarih Araştırmaları Dergisi, Yıl: 1967, C.5, S.8, s.31.
(52) Prof.Dr. Ali Sevim-Prof.Dr. Yaşar Yücel, “Türkiye Tarihi 1”, TTK Yay., Ankara 1995, s.2.
(53) Mehmet Altay Köymen, agm, s.32-33.
(54) Mehmet Altay Köymen, agm, s.33.
(55) Mehmet Altay Köymen, “Büyük Selçuklu İmparatorluğu”, C.III, “Alp Arslan ve Zamanı”, TTK Yay., 6. Baskı, Ankara 2016, s.235.
(56) Mehmet Altay Köymen, age, s.237.
(57) Zeki Velidi Togan, UTTG, s.192.
(58) Mehmet Altay Köymen, “Büyük Selçuklu İmparatorluğu”, C.III, “Alp Arslan ve Zamanı”, TTK Yay., 6.baskı, Ankara 2016, s.49-50.
(59) İbnü’l-Esir, “El Kâmil Fi’t-Tarih Tercümesi”, çev. Abdülkerim Özaydın, C.10, İstanbul 1991, s.398.
(60) Gregory Abû’l-Farac (Bar Hebraeus), age, C.I, s.316.
(61) Arisdagués de Lasdiverd, “Histoire d’Arménie”, Paris 1864, s.141/n.1.
(62) Anna Komnena, “Alexiad Malazgirt’in Sonrası” , çev. Bilge Umar, İnkılâp Kitabevi, İstanbul 1996, s.498.
(63) Georg Ostrogorsky (Ord.Prof.), “Bizans Devleti Tarihi”, çev. Prof.Dr. Fikret Işıltan, TTK Yay., 4.baskı, Ankara 1995, s.319.
(64) Georg Ostrogorsky, age, s.318-319. Mahmut Recep Keleş, “İbn Hallikan’ın ‘Vefeyatü’l-A’yan’ isimli eserine göre Selçuklu biyografileri”, Tarih Okulu Dergisi, Yıl:11, S.XXXVI, s.331.
(65) Mahmut Recep Keleş, “İbn Hallikan’ın ‘Vefeyatü’l-A’yan‘ isimli eserine göre Selçuklu biyografileri”, Tarih Okulu Dergisi, Yıl: 11, S. XXXVI, s.331.
(66) Ayşe Hür, “Malazgirt-Büyük Taaruz parantezi”, 26/08/2012 tarihli Radikal gazetesi.
(67) Zeki Velidi Togan, “Umumi Türk Tarihine Giriş”, s.118.
(68) Prof. Dr. M. Fuad Köprülü, “Anadolu Selçukluları Tarihi’nin Yerli Kaynakları”, Belleten, C.VII, S.27, s.464/dn.1; Aynı makale ayrı basımı TTK Basımevi, Ankara 1943.
(69) Nevzat Keleş, “Şeddâdîler (951-1119) Ortaçağda Bir Kürt Hanedanı” Belge Kültür Sanat Yay., 1.bs, Kasım 2016 İstanbul, s.183.
(70) Prof.Dr. M. Fuad Köprülü, agm, s.465.,
(71) Nizamü’l-Mülk, “Siyasetname”, Farsça aslından çeviren: Mehmet Taha Ayar, T. İş Bank. Yay., IV. Basım, İstanbul 2012, s.135; Aydın Taneri, agm, s.157.
(72) Aydın Taneri, agm, s.180.
(73) C. Brockelmann, “İslâm Milletleri ve Devletleri Tarihi I”, çev. Prof.Dr. Neş’et Çağatay, 2. baskı, Ankara 1964, s.162.
(74) İbrahim Kafesoğlu, “Selçuklu Tarihi”, Başbakanlık Kültür Müsteşarlığı Yay., İstanbul 1972, s.164.
(75) İbrahim Kafesoğlu, age, s.160.
(76) Claude Cahen, “Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler”, çev. Yıldız Moran, e yayınları, İstanbul 1979, s.33.
(77) Claude Cahen, age, s.37.
(78) Claude Cahen, age, s.41.
(79) Claude Cahen, age, s.41-42.
(80) Prof.Dr. Ali Sevim, “Suriye ve Filistin Selçukluları Tarihi”, TTK Yay., 3. Baskı, Ankara 2000, s.22, 107.
(81) Mehmet Ersan, “Sultan Alp Arslan Devrinde Ermeniler”; bkz. “Alp Arslan ve Malazgirt”, haz. Erdoğan Merçil, İst. Büyükşehir Bld. Kültür A.Ş. Yay., İstanbul 2014, s.91-92.
(82) Nevzat Keleş, “Malazgirt Savaşı Öncesinde Doğu Anadolu’nun Siyasi Durumu”; bkz. “Alp Arslan ve Malazgirt”, haz. Erdoğan Merçil, İst. Büyükşehir Bld. Kültür A.Ş. Yay., İstanbul 2014, s.49.
(83) E. Denison Ross, “Şeddad”, İA. C.11, s.381.
(84) Bekir Biçer, “Kürtlerde İç Savaş”, Selçuklu Araştırmaları Dergisi, S.6, Yıl:2017, s.108.
(85) Bekir Biçer, “Selçuklular ve Kürtler”, The Journal of Academic Social Science Studies, vol.6, February 2013, s.170.
(86) Bekir Biçer, “Kürtlerde İç Savaş” s.95/Öz.
(87) Claude Cahen, “Türklerin Anadolu’ya İlk Girişi”, çev. Yaşar Yücel-Bahaeddin Yediyıldız, Belleten LI/201’den ayrı basım, TTK Yay., Ankara 1988, s.27.
(88) Claaude Cahen, agy.
(89) R.A. Hüseynof (Bakü), “Malazgird ve Kafkaslar”, AÜ DTCF Tarih Araştırmaları Dergisi, 1968, S.10, s.62.
(90) Prof.Dr. Ali Sevim, “Azîmî Tarihi”, Selçuklular Dönemiyle İlgili Bölümler (1038/39-1143/44), TTK Yay., 2.baskı, Ankara 2006, s.9
(91) M. Fuad Köprülü (Prof.Dr.), “Anadolu Selçuklu Tarihinin Yerli Kaynakları”, Belleten C.VII, S.27, s.479-480.
(92) Vassily Vladimiroviç Barthold, “Moğol İstilâsına Kadar Türkistan”, Haz. H. Dursun Yıldız, Ankara 1999, s.326.
(93) A.C.S. Peacock, “Selçuklu Devleti’nin Kuruluşu”, çev. Zeynep Rona, T. İş Bankası Kültür Yay., 3.bs., Ekim 2017 İstanbul s.16.
(94) A.C.S. Peacock, age, s.114.
(95) Ramazan Şeşen, “Alp Arslan’ın Hayatı ile İlgili Arapça kaynaklar”, Türkiyat Mecmuası, C.17 (1972), s.112.
(96) Mehmet Altay Köymen, age, s.472-473.
(97) Mehmet Altay Köymen, age, s.474.
(98) Mehmet Altay Köymen, age, s.475.
(99) Mehmet Altay Köymen, age, s. 480-481.
(100) Vassily Vladimiroviç Barthold, age, s.195.
(101) Ord. Prof. M. Şemseddin Günaltay, “Selçuklular’ın Horasan’a İndikleri Zaman İslâm Dünyasının Siyasal, Sosyal, Ekonomik ve Dinî Durumu”, Belleten, C.VII, S.25, II. Kānun 1943 Ankara, s.95.