“Aman Allahım!” Sözü
Bilal Aksoy
2 Nisan 2016/Ankara
Aman, amin, iman, sözleri Türkçede o kadar çok yer almış ki; deyimlerde, atasözlerinde, türkülerde bir hayli telaffuz edilmektedir. Gerek bizim coğrafyamızda ve gerekse tüm Orta Doğu’da eski Mısır baştanrısı Amon’dan kaynaklanan bu sözler günlük yaşantımızın vazgeçilmezleri sayılmaktadırlar. Dua ederken ve dilekte bulunurken; yakınma, sıkıntı ve özlem belirtirken hep yukarıdaki söz ve onun türevlerinden istifade etmekteyiz. ‘Aman aman’lı türküler ve ‘eman eman’lı kelamlarla ağıtlarımızı yakar; hüznümüzü, kaygımızı ve elemimizi dile getiririz. Kimi zaman da İç Anadolu ve Ege Bölgesinde olduğu gibi neşeli ve eğlenceli günleri simgeleyen türkülerde de aman denilmesi ihmal edilmemiş. Yöreden yöreye bir türküler listesine göz attığınızda bu olgunun farkına ziyadesiyle varabilirsiniz.
İsrail-oğulları Mısır’a vardıklarında burada bulunan inanışları kendi ülkeleri başta olmak üzere tüm Orta Doğu’ya yaydılar. “Yusuf sabır ile vardı Mısır’a” türkü dizesindeki Yusuf bilindiği üzere İsrail-oğullarının peygamberi Yoşaf’tır. Yusuf adı Yoşaf’ın Arapçaya uyarlanış şeklidir. İÖ. 1700-1600 yılları arasında yaşadığı sanılan Yusuf, Mısır’ı yöneten Hiksoslar zamanında (İÖ.1720-1580) meşakkatli bir serüvenden sonra Mısır’a intikal etmiş ve Mısır’da bir kralın maliye bakanı olarak görev yaptığı nakledilmektedir. Mısır’ın o zamanlar önde gelen tanrısı Amon idi. Kimi kaynaklarda Ammon şeklinde de anılmaktadır. Tarihin bir döneminde Mısır’da bulunan Hz.Yusuf, Hz. Musa ve daha birçok İsrail-oğulları önderlerinin aracılığıyla eski Mısır tanrıları kutsanarak sonradan edindikleri inanç akideleriyle birleştirilmiştir. Bu nedenle, Yahudiler dualarının sonunda Amen diyerek duanın kabul edilmesi dileğiyle tanrının adını anmışlardır. Müslüman duasındaki Amentu billahi ifadesi de bu açıdan dikkati çekmektedir. Buradaki Amen sözü Mısır’ın ünlü tanrısı Amon’ a istinat etmektedir. Zamanla Müslümanlar da aynı şekilde dualarının sonunda Âmin diyerek aslında tanrı Amon’un adını günümüze taşımışlardır. İsrail-oğulları yalnızca Mısır tanrısının adını değil, sünnet geleneğini de benimseyip Orta Doğu’ya yaymışlardır. Ondan önceleri Araplar, Aramiler, Babilliler, Sümerliler, Asurlular ve İbranilerde sünnet geleneği yoktu. Tanrı Amon zamanında Mısır kralları Amon’a izafeten Amonophis/Amenophis, Amenhotep/Amentotep, Amenenemes, Tutakhamen gibi adlar taşıyorlardı. Mısır firavunlarının Amon’a saygıları sonsuzdu. Tanrı Amon, önceleri Mısır’ın Tep kentinin tanrısıydı. İnsan vücudunun ameliyat edilerek sağlığa kavuşturulması çabaları tarihte ilk kez Tep şehrinde büyük bir ivme kazanmıştı. Bu nedenle, bugün telaffuz ettiğimiz tıp sözü Mısır’ın Tep kentinin adından kalmadır. Merhum Ord.Prof.Dr.Aydın Sayılı’nın öğrencilik yıllarımda ve sonrasında, Mısır bilim tarihi üzerine birçok katkıları oldu. Sayılı’nın yazmış olduğu “Mısırlılarda ve Mezopotamyalılarda Matematik, Astronomi ve Tıp” adlı kitabının (1966 Ankara) 122. sayfasında “Sicilyalı Diodorus seyahatler ve askerî harekât esnasında Mısır’da her türlü tedavinin parasız yapıldığını, doktorların toplum ve resmî makamlar tarafından beslendiğini söylüyor” ifadeleri yer almaktadır. Aynı kaynağın, 123. sayfasında: “Firavunların sarayında cerrah, diş doktoru ve belirli iç hastalıklarının tedavisinde uzmanlığı olan doktorlara ilâve olarak bir de saray baş doktoru bulunuyordu. Saray baş doktorluğu çok önemli bir memuriyetti.”
Öte yandan, tanrı Amon genel olarak boğa şeklinde tasvir ediliyordu. Bu cümleden olarak Kur’an’daki Bakara (dana/buzağı/boğa) suresinde İsrail-oğulları ve Mısır serüvenleriyle ilgili anlatımlar yer almaktadır. Mısır’a varan İbrani peygamberlerinden birinin adı Yakup idi. Hz.Yakup’un bir diğer adı İsrail idi. Bu nedenle, Hz. Yakup’un çocuklarına İsrail-oğulları dendi. “The Interpreter’s Dictionary of The Bible” sözlüğüne göre İsrail adındaki İsr ön eki “güvenilir, başarılı; mutlu” demekti. İsrail-oğullarının Mısır’da edindikleri birikimler ve serüvenler Tevrat aracılığıyla Kur’an’a intikal etmiştir. Başta Amon olmak üzere, Mısır tanrılarının boğa şeklinde tasvir edildikleri ve boğaların kutsandığı bir gerçektir. O nedenle, Apis de kutsal bir boğa idi. Kıpticede hapi ‘kutsal boğa’ karşılığındaydı. Apis tanrısının merkezi ise Menphis kentiydi. Apis boğa kafalı insan ya da siyah bir boğayı temsil etmekteydi. Kutsanan boğaların boyunlarının kesilmesi olayları Mısır tanrılarına karşı geliştirilen ve biriken tepkisel bir kalkışmaydı. Tevrat/Eski Ahit’in Âdâd/(=Sayılar) bölümünün 7.babında boğalarla ilgili anlatımlar bulunmaktadır. Ayrıca, Yeremya bölümünün 46.babının 20. ayetinde genç boğadan söz edilmektedir. Bu kısım, kimi Tevrat baskılarında genç inek olarak yer almıştır. Kimi baskılarda genç boğa, kiminde genç inek ya da buzağı olarak ifade edilmiştir. Tesniye bölümünün 21.bap, 1 ve 9. ayetleri arasında genç boğa ya da genç inekten söz edilmektedir. Tevrat’taki bu anlatımlar Kur’an’daki Bakara suresine konu olmuştur. Her ne kadar ‘bakar’ın buzağı ya da inek olduğu kimi Kur’an baskılarında yazılmakla birlikte, bunun Arapçada ‘sığır’ karşılığında olduğu belirlenmektedir. Eski Araplarca bakar id (=sığır bayramı) etkinlikleri biliniyordu. Bakara suresi 54. ayetinde : “Musa kavmine demişti ki: Ey kavmim! Şüphesiz siz boğayı tanrı edinmekle kendinize kötülük ettiniz. Aynı surenin 51. ayetinde Hz. Musa’ya söz verildiği halde haksızlık yapılarak boğanın tanrı olarak kabul edildiği yazılıdır. Aynı surenin 47. ayetinde “Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimetime ve sizi cümle âleme üstün kıldığımı hatırlayın” denilmektedir. Eski Mısır tanrılarına karşı gelişen reaksiyon, onların cismani olmayan bir tanrı tarafından kesilmesi emrinin olduğu iddiasıyla birleştiriliyordu. Bu cümleden olarak, Bakara suresi 67. ayetinde: “Musa, kavmine: Allah bir sığır (boğa) kesmenizi emrediyor demişti” ifadesiyle karşılaşmaktayız. Bu ayet benim için bir dayanak noktasıdır. Bu ayete göre, kurban bayramının eski Mısır’da kutsanan Apislerin (boğaların) bir vadiye sürüklenerek boğazlarının kesilmesi olaylarıyla başladığı kanısına varıyorum.
Eski Mısır tanrısı Amon Güneş tanrısı Ra ile bir tutularak Amon-Ra olarak tanıtılmıştır. Amon-Ra genel olarak koç başlı ya da koç başlı insan tasvirlerinin yanısıra, boğa tasvirleriyle de yoğun olarak betimlenmiştir. Bir kısım kaynaklar, Amon-Ra’nın ‘gizlenmiş’ karşılığında bilindiğini aktarmaktadırlar. İÖ.664/663’te Teb kentinin yağmalanması Amon’un Mısır’daki saygınlığına gölge düşürdü. Büyük İskender ordusuyla Mısır’a yaptığı seferde Amon tapınaklarının onarımını yaptı. IV.Ptolemaios Philopator ile başlayan ayaklanmalar Amon’a karşı bir tepkiyi oluşuyordu. Mısır’daki Roma egemenlik yıllarında Amon’un yerini İsis ve Osiris alıyordu. Bir ara bunların da bir üçlü oluşturduğu iddia edilmektedir. İÖ.1300- İÖ.1200 arası dönemde tanrı Amon’un rahipleri Amon’u Ptah ve Ra ile üçlü bir tanrı grubu olarak tanımladılar. Bu trinité (üçleme), tarihin ilk üçlemelerinden biridir. Tanrısal üçlemeyi başta Urartular olmak üzere birçok İlk Çağ toplumlarında görmekteyiz.
Bugün kullandığımız aman, amin, iman, emin (<amin), Emine, emanet, emniyet gibi sözlerin kökeninde Mısır’ın ünlü tanrısı Amon bulunmaktadır. Bu bağlamda, aman Allahım denilince ‘Amon tanrım’ karşılığı belirmektedir. Amon kültünün tüm Orta Doğu’da yaygın laşmasının nedenlerinden biri de Firavunların tanrı Amon’a son derece saygı duymaları idi. Bu nedenle, Firavun ile Hz. Musa arasında bir soğukluğun olduğu aşikârdır. Hz. Musa, Amon başta olmak üzere Mısır tanrılarına açıktan kafa tutmak yerine tanrıların boğa şeklinde tasvir edilmelerine ve Apislerin kutsal sayılmalarına karşı durmuştur. Tarihte, hiçbir peygamber içinde bulunduğu toplumun dinsel inançlarına kafa tutmamıştır. Onlarla uzlaşarak, onların temel inanç ritüellerini kendi inanç kalıplarına aktararak başarılı olabilmişlerdir. Aslında, Hz. Musa’nın kavminin de onun görüşlerine önemli ölçüde katılmadıklarını belirlemekteyiz. Bu bağlamda, Mısır’dan intikal eden ve tüm Orta Doğu’ya yayılan Amon tanrısına olan saygıdan dolayı Yahudi dualarının sonunda hep bir ağızdan Amen denilmektedir. Kimi kaynaklar, bu durumu Mısır kralı firavun Amenofis’in baskılı taleplerinden dolayı uygulandığını iddia ederlerse de bu görüş elan somut olarak teyit edilememektedir. Bununla birlikte, Yahudi dualarının ardındaki Amen nidaları tanrı Amon adıyla bağlantılı olduğu gerçeğini öteleyemez. Aynı gelenek Müslümanlarca da devam ettirilmiş; dualarının ardında hep birlikte makul bir ses düzeyiyle Amin diye seslenilmiştir. Firavun, eski Mısır krallarının lakabı ya da unvanı idi. Kimi kaynaklarda firavun adının Eski Mısır Dillerinde ‘büyük ev’ demek olduğu öne sürülmektedir. Oysa; İbranice, Aramice, Süryanice ve Arapça uzmanı olan Hollandalı Doğu bilimci Arent Jan Wensinck (1882-1939) bu sözü tafar’ana (azâmet ve ceberut sahibi olmak) yüklemiyle ilişkili bulmaktadır. Bu açıdan bakılınca, Kur’an’daki firavun sözünün Yakubi’nin tarihinde al-cabbar olarak anılmasını uygun görebiliriz. Tevrat’taki firavun karşıtlığı olduğu gibi Kur’an’a da transfer edilmiştir.
Kutsal metinlerdeki anlatımlara bakılırsa, Firavun Hz. Musa’nın tanrı göklerdedir anlayışını gözlemlemek için oldukça uzun kuleler inşa ettirmiştir. Buralarda tanrıyı görmeye çalıştığını beyan eden firavun, yaptırdığı yüksek kulenin tepesine çıkarak tanrıya bir ok atıyor; ve yine anlatımlara göre, ok kanlı olarak geri dönüyor. Bu durum karşısında firavun da tanrıyı vurduğunu sanıyor. Oysa, Cebrail işe müdahale ederek kuleyi kanatlarıyla üçe bölerek her parçasını uzak ülkeler üzerine düşürüyor. Sumerlilerdeki ziguratlar, Mısır’daki Piramitler, Babil’deki Babil Kulesi, Eski Yakın Doğudaki haberleşme kuleleri, Zerdüştilerin ateş kuleleri, Bizans’tan devralınan Anadolu’da yaygın olan kız kuleleri ve Hristiyanlığın çan kuleleri ile bunların bir devamı olan camilerin giderek yükselen minareleri Musevilik tarafından tanrıya eş koşma nedeniyle şirk sayılmıştır. Müslümanlık da Kur’an’daki ifadelerle yüksek ve görkemli yapıları tanrıya karşı bir rekabet olarak algılayıp bu durumu Musevilikte olduğu üzere şirk saymıştır. Bunun da nedeni, öyle anlaşılıyor ki, firavunların – yaptırdıkları yüksek kulelerden – ilk tek tanrıcı din sayılan Museviliğin tanrısına ok atmaları idi. Bu nedenle, Kur’an’da yüksek kuleler ve o arada Babil Kulesi tenkit edilmiştir. Hiç şüphe yok ki, Kur’an’daki anlatımlar Tevrat’tan intikal etmiştir. Sumerliler tarafından yaptırıldığı sanılan Babil Kulesi’nin Sumerce adı Etemenanki idi. Bu Sumerce yer adı, yerin ve göğün temel taşı demekti. Öyle ki, Babil Kulesi 7 katlıydı ve 90 m. yükseklikte idi. Kule sözü Arapça kulle (dağ tepesi, doruk; kule; bir kısım savaş gemilerindeki ağır top) sözünden kaynaklanmaktadır. Elazığ’ın doğusunda kole sözü dağ tepesini ifade etmektedir. Bu sözlerin yüceltmekle ya da yükseltmekle ilgili bir kökten türemiş oldukları anlaşılmaktadır. Bu açıdan bakılınca, yüksek kulelerin ve yapıların inşa edilmeleri Tanrı’nın yüksekliğini ve yüceliğini gölgelemek olarak telakki edilmiş, bu yöndeki uygulamalar Tanrı’ya ihanet olarak nitelendirilmiştir.
İbranice, Süryanice, Amharice ve Arapça üzerine uzmanlaşan, Alman ve Amerikan üniversitelerinde Sami Dilleri, İslamiyet ve Ahd-i Atik üzerine dersler veren İskoç asıllı ünlü Doğu bilimci Duncan Black Macdonald (1863-1943), iman sözünün mn kökünden kaynaklandığını bunun da ‘huzur’ ve ‘emniyet’ karşılığında ifade edildiğini aktarmaktadır (bkz. İA İman md). Yine Macdonald’a göre Kur’an kimi yerde İslam ile iman arasında bir fark olduğuna hükmetmiştir; oysa, yaygın olarak bu her iki kavram birbiriyle uyumlu olarak algılanmıştır. Macdonald’ın bu tespitleriyle birlikte, mn kökünün fikrimce tanrı Amon’un adıyla bağlantılı olması gerçeği de yabana atılmamalıdır. Çünkü, bana öyle geliyor ki, mn kökünün karşılığı olan, “huzur, barış, emniyet/güvenlik” kavramları tanrılara has kavramlardır.
İÖ. 5.yy.’da yaşayan Halikarnasoslu (Bodrum) Herodot, yazılı ilk tarih kaynağı sayılan kitabının çeşitli yerlerinde Mısır tanrısı Ammon’a değinmektedir. Herodot’un kitabında bu tanrının adı Ammon şeklinde anılmaktadır. Herodot, Libya’daki Ammon tapınağından söz etmektedir (I, 46). Bir başka yerde Herodot şunları aktarmaktadır: “Apis ve Marea kentleri ahalisi Mısırlı değil Libyalı sayılmak kaygısına düşmüşlerdi, dinsel yasaklardan usanmışlar; inek etinin yasaklanmasına karşı çıkmışlardı; Ammon’a başvurdular, Mısırlılarla ortak yanları olmadığını, kendilerinin Delta’dan dışarıdaki yerlerde ve onlardan başka bir tarzda yaşamakta olduklarını ileri sürdüler; dertleri, istediklerini yiyebilmekti. Ama tanrı onları dinlemek istemedi: ‘Nil taştığı zaman …bu ırmağın suyunu içen herkes de Mısırlıdır’ dedi.” Bir başka yerde ise Herodot “…Amon, Zeus’un Mısır dilindeki adıdır” demektedir. Amon/Ammon tanrısına birtakım misyonların yüklendiği görül mektedir. Sözgelimi, gemicilerin tanrısı ve hava ile fırtınayı yöneten güç olarak telakki edilmiştir. Bir kısım kaynakların aktardığına göre, Amon’un tanrılığını sarsan kişinin firavun IV. Amenhotep olduğu öne sürülmektedir. Amenhotep tanrı Amon’a olan itikadından vaz geçerek Aton’a (Güneş’e) tapmaya başladığından adı da Ahenaton olarak anılmıştır. Firavun Ahenaton tek tanrıcı bir dini yaymaya başlamıştı. Annesi Tia’nın soyu iddia edildiğine göre İbrani idi. O, Nefertiti denilen bir bayan ile evlendi, Nefertiti güzelliğiyle ünlüydü ve adının da Mısır dilinde güzellikle ilgili olduğu sanılmaktadır. Bazı çevrelere göre, Ahenaton /Akhenaton Hz. Musa’nın kendisi idi. İÖ. 1332 yılında faili meçhul bir cinayetle öldürülüyor. Tevrat’taki anlatımlara göre, firavun II.Ramses, Hz. Musa ile aynı dönemde yaşamışlardır. Firavun Ahenaton’un yazmış olduğu bir şiir şu şekildedir: “Tanrı uludur; birdir, tektir/Ondan başkası yoktur./Bir tanedir,/ O’dur her varlığı yaratan/Bir ruhtur Tanrı, görünmeyen bir ruh…/Ta başlangıçta vardı Tanrı,/Tek varlıktı o/Hiçbir şey yokken o vardı./ Her şeyi o yarattı/Ezelden beri süregelen varlığı,/Ebediyete kadar sürecek,/ Gizlidir Tanrı,kimse görmemiştir onu./İnsanlara ve yaratıklarına sır kalır her zaman.” Bu ifadeler, Müslümanların ezanındaki sözlerle oldukça benzeşmektedir. Firavun Ahenaton’un yazmış olduğu bu şiir ilahi şeklinde terennüm edilmiştir. Bu bir tür ezandır (<azan:bildirme). Bu benzeşme, ezanın kökeninin yukarıdaki ifadelerle bir bağlantısının olabileceğini düşündürmüştür. Peygamber zamanında Müslümanların ilk ezanını okuyan Bilal-i Habeşi’nin Afrikalı oluşu, Afrika coğrafyasındaki dinsel bildirimlerden haberdar olabileceği varsayımına yol açmıştır.