Kızılbaş, Türk’ün Adı
Bilal Aksoy
19 Mart 2016/Ankara
Tarihte bir kısım kavram ve sözler vardır, söylendiği ya da ifade edildiğinden farklı mecralara çekilmişlerdir. Kızılbaş sözü de bunlardan biridir. Bu söz, tarihte Türkün bir başka adı iken, zamanla bu adla birilerinin istek ve arzuları doğrultusunda bir yapay inançsal azınlık kesimi oluşturulmuş; bu yapay ve maksatlı olarak oluşturulan azınlık kesiminin karşısında kendilerini çoğunluk olarak yapılandıranlar böylelikle dizginleri ellerinde tutmanın yollarını bulmuşlardır. Bu durum, birkaç yüzyıldan bu yana giderek bazen tavsamalı bazen de hızlandırmalı olmak üzere icra edilmeye çalışılmıştır. Böylece, bu ülkede her zaman olduğu gibi birtakım kavramlar üzerinde yanlış kodlamalar yapılarak belirli kesimler ülke yönetimiyle ilgili alanda elimine edilmeye çalışılmış ve bu çabalar büyük ölçüde başarılmıştır. Geçen yüzyılın son yarısında, önceki yüzyıllardan daha belirgin bir şekilde Kızılbaşlık bir mezhepmiş gibi geniş yığınlara propaganda edilmiş, bunun sonucu olarak, bir algı kutuplaşması yaratma gayretleriyle ceberut bir düzenin altyapısı oluşturulmaya çabalanmıştır.
Bir kesim üniversite öğretim üyeleri yaptıkları araştırmalarda maksatlı ya da bilinçsizce dinsel konuları irdeleyip kendi istek ve emelleri doğrultusunda mezhepler inşa edip; bunlardan bir bölümünü toplum nezdinde hedef tahtası haline getirme uğraşıları içindedirler. Halkının genelinin ehlibeyt ve tasavvufi inançlara sahip olduğu bir ilin üniversitesinde; o halka yönelik olarak “siz Müslüman mısınız” şeklinde soru yöneltilip karşılığında “evet efendim” yerine “elhamdülillah” şeklinde bir cevap alınmak istenmiştir. Eğer “elhamdülillah” denmemişse Müslümanlığa bigane kaldıkları yönünde zorlama birtakım yorumlara başvurulmuştur. Bu yöndeki çabalar, avam deyimiyle tereciye tere satmaya çalışmaktır. Sosyoloji biliminin getirilmek istendiği düzeye bakınız! Bu bağlamda, günümüzde dahi Kızılbaş kavramı da yanlış yorumlar ve tanıtımlarla bir dinsel mezhep olarak lanse edilerek ve karalanarak düşman bir güç diye geniş kitlelere gösterilmektedir. Demokrasiyi içine sindiremeyen fanatik çevrelerin hazırladıkları tezgâhlara, maalesef kendilerini ilerici diye tanıtan kesimler de vasıta olmuştur. Kılı kırk yararcasına işin aslını öğrenip bu hazırlanan tuzağa düşmemeleri gerekirken, habire Kızılbaşlığı bir mezhep şeklinde tanıtan yayınlarına devam etmişlerdir. Oysa, tarihte tüm Türkçe konuşan halklara Kızılbaş denildiği mevcut kaynaklar incelendiğinde tartışmasız ve şüphesiz bir şekilde anlaşılmaktadır. Kızılbaşlık, etnik bir aidiyet duygusunu ifade etmektedir. İster Peçenekler ve Kıpçaklar gibi Hıristiyan, ister Hazarlar gibi Yahudi, ister Karahanlılar ve Safeviler gibi tasavvufi inançlara sahip olsunlar; tüm Türk halkları kızıl giysiler giymelerinden, al bayrak kullanmalarından ve daha da ötesi kırmızı şapka, fes, börk vs. takmalarından ötürü komşu İran halklarınca Ser-sorh (=Kızılbaş) diye adlandırılmışlardır. Bir diğer ifadeyle Kızılbaş, Türkün adı olmuştur. 714 yılında adına anıt bir taş dikilen Göktürk beyinin adı Altun (Kızıl) Tarkan idi. Bir zamanlar Sibirya’nın batısındaki Altaylarda yerleşik olan Türk boylarının kızıl renk giysiler ve başlıklar kullandıkları söylenmektedir. Kaşgarlı Mahmut, eski Türk boylarının kızıl bayrakları olduğunu aktarmaktadır. Bu bağlamda, Kaşgarlı, Karahanlıların al bayraklarından ve kızıl tuğralarından söz etmektedir. Efsanevi lider Oğuz Kağan’ın başında kızıl börk bulunuyordu. Oğuz Kağan, avam kesimince Kızılbaş diye anılıyordu. Oğuz boyları da Kızılbaş adıyla Anadolu’ya gelince de yine bu adla belirtilmişlerdir. Bahaeddin Ögel de Dede Korkud masallarına istinaden Oğuz boylarında bahtiyarlık ifade eden ve insanı murada eriştiren rengin kırmızı renk olduğunu belirtmektedir. Bu konuda bkz. Bahaeddin Ögel, Türk Kültür Tarihine Giriş. C.VI. Ankara Kültür Bk. Yn. Ayrıca, Ögel aynı kitabın aynı cildinde (bkz. Sh.404) Göktürklerde al (kırmızı) rengin hakanlık simgesi olduğunu aktarmaktadır. Buna mukabil, Orta Çağda Başkurt Türklerinin Kızılbaş diye adlandırıldıkları bilinmektedir. Yine Kırgızlar arasında kimi toplulukların Kızılbaş diye anıldıkları belirlenmektedir. Kazaklar arasındaki Alban boyunun Kızılbörk (Kızılbaş) olarak çağrıldıkları söylenmektedir. Özbeklerde ve Azerilerde de bir kısım boylar Kızılbaş adıyla ünlenmişlerdi. Hakas Türklerinin hükümdarları kızıl taht sahibi idiler. Kazaklarda ise evli olmayan kızlar kızıl başörtüsü kullanıyorlardı. 1432/33’de Anadolu’yu gezen Burgonyalı gezgin Bertrandon de la Broquière (1400-1459), Anadolu Türkmenlerinin kızıl börk taktıklarını açıklamaktadır (bkz. Ögel, age, c.VI, sh.433). Osmanlıların padişah otağları kırmızı idi. Birçok tarihçi tarafından da Anadolu Türkmenlerinin erkeklerinin kızıl keçeden yapılan külahlar kullandıkları, Türkmen bayanlarının ise kırmızı başörtüsü tercih ettikleri bilgileri paylaşılmaktadır. Balkanlardaki Hristiyan Türklerle Müslüman Türklerin yaygın olarak Nevruz sabahları çocuklara kırmızı kurdele taktıkları görülmektedir. Bu bağlamda, Saim Küçük’ün “Eski Türklerde Renk Kavramı” adlı incelemesinde kızıl rengin eski Türk boylarındaki önemine değinilmektedir (Bilig, Yaz 2010, Sayı 54; sh.185-210).
Eski Çin kaynakları, başta Kırgızlar olmak üzere bazı Türk topluluklarında kırmızı renkte bayrakların kullanıldığını belirtilmektedir. Eski Rus kaynakları ise, Kumanların al bayraklarının olduğunu öne sürmektedir. O zamanlar Türkler “Ağdı kızıl bayrak/Toğdı kara toprak” diyorlardı. Bu arada Türklerin ünlü efsaneleri Kızıl Elma adını taşıyordu. Orta Asya’daki Türk boylarının dağlara, yaylalara akarsu ve yerleşim yerlerine kızıl ve al ile başlayan adlar vermiş olduklarını yoğun olarak belirlemekteyiz. Bir zamanlar Türklerin ana yurdu olan Altay dağlarının adındaki –tay son ekinin aslı at yavrusu olan tay değil; dağ karşılığında tau sözüdür. Altau’dan Altay şekline dönüştürülerek telaffuz edilmiştir ki, Kızıldağ demektir. Anadolu Kızılbaşlarının(Türkmenlerinin) mesken tuttukları mevkilerde yoğun olarak Kızıldağ, Kızılca, Kızıldere, Kızıluşağı, Kızılkaya, Kızılveran, Kızılkilise, Kızılvenk, Kızılköy, Kızıllar, Kızılzakir, Kızılhisar, Kızıldon, Kızılelma, Kızıldam, Kızılçukur, Kızılhüyük, Kızılziyaret, Kızılkise, Kızılkeçili gibi yer/yerleşim yeri adlarıyla karşılaşmaktayız. Hiç şüphe yok ki, bu yer adlarından bir kısmı bulunulan yerin ya da yapının rengiyle ilgilidir. Bununla birlikte, buraları genellikle Alevi Kızılbaşlar ile Sünni Kızılbaşlar mesken tutmuşlardır. Muğla’nın Milas ilçesine bağlı İlminkızılağaç köyü –Kızılağaç adıyla resmileştirilmiştir – Alevi Türkmenlerin, Horasan erenlerinin mesken tuttuğu bir yerleşim yeridir. Türkmen boylarının yerleşim alanları içinde Kuzey Suriye’deki Kızıldağ’ı da örnekleyebiliriz. Bu mevkide Bayır Bucak Türkmenleri ikâmet etmektedirler. Hatay ilinin Arsuz ilçesi ardında da Kızıldağ bulunmaktadır. Afyon’un Hocalar, Isparta’nın Şarkikaraağaç, Adana’nın Karaisalı, Sivas’ın İmranlı ilçeleri dolaylarında Kızıldağ denilen dağlar bulunmaktadır. Ayrıca, Yozgat’ın Akdağmadeni ve Antalya’nın Manavgat ilçelerine bağlı Kızıldağ adlı köyler vardır. İzmir’in Urla ilçesi ardında yer alan Kızıldağ bir zamanlar Narlıdere’deki Bayat Alevi Türkmenlerinin meskeni idi. Urla’nın bitişiğindeki Güzelbahçe ilçesinin önceki adı Kızılbahçe idi. Burada kayda değer bir ölçüde ağaç işleriyle iştigal eden Alevi Kızılbaşlar (= Alevi Türkmenler) yerleşiktirler. 1950’li yıllarda Kızılbahçe adı Güzelbahçe şeklinde değiştirilerek aslından uzaklaştırılan bir yer adıyla anılmaya başlanmıştır. Bununla birlikte, Anadolu’da Aladağ, Alagöz, Alayundlu, Alakürk, Alabaş, Ala Abalı, Ala Dağlı, Alacabaş, Alacayakalu, Alacalı Alaca gibi adlarla karşılaşmaktayız. Bu yer ve oymak adları da genellikle Kızılbaş halkla yani Türkmenlerle ya da diğer Türk boylarıyla ilişkiliydi. Çünkü, kızıl renk eski Türklerde kutsal kabul ediliyordu.
Tarihte ilk kez Safeviler sayesinde Türk ya da Türkmen oymak ve aşiretleri bir araya gelip kenetlenmişlerdir. Safevilerin devlet memurları katmanını büyük oranda Farslar oluşturuyordu. Oysa, ordunun yönetimi Türkmenlerin elinde idi. Şah İsmail genç yaşına rağmen (37 yaşında öldü), Türkmen aydınları arasında büyük saygınlık görüyordu. Bağdad’ı fethettiğinde burada bulunan şair Fuzuli ile de görüşmüştür. Bayat boyundan olduğu söylenen Fuzuli, Beng ü Bade adlı eserini Şah İsmail’e adamıştır. Safevi yöneticileri Şah Haydar ve Şah İsmail 12 dilimli tacı kullanırken, taçlarının altındaki sarıklar kimi zaman yeşil, kimi zaman da kırmızı ya da beyaz olabiliyordu. Safevi ordusundaki Türk askerlerinin başlarında da önceki Türk boylarında olduğu gibi kızıl börk bulunduğundan Osmanlı tarih yazıcıları ve diğer bir kısım devlet erkânı yazarlarca Türk yerine Kızılbaş sözü kullanılmıştır. Bu söz, rakip güç olarak Safevileri yıpratmak için alaycı ve küçültücü maksatla dillere pelesenk edilmiştir. Oysa, Horasan’dan gelen Türkmenlerin yerleşim yerlerinden biri olan, Eskişehir’in Mihalıççık ilçesine bağlı Kızılbörüklü köyü bu açıdan bir örnek oluşturmaktadır. Bu adın aslının Kızılbörk olduğu anlaşılmaktadır. Daha önceleri Delhi Sultanlığını yöneten Tuğluklu hükümdarı Firuz Şah (1301-1388), Safevilerin büyük atası idi. Oldukça adil bir devlet adamı olduğu söylenen Firuz Şah’ın diğer lakabının Kızıl Küllah olduğunu kimi kaynaklar iddia etmektedirler. Aslında Safevi şahlarıyla ilgili yapılan tasviri resimlerde demin de ifade ettiğim gibi başlarında yeşil, ak ya da kırmızı olmak üzere farklı reklerde başlıklar tasvir edilmiştir. Şah İsmail de hep aynı renkte başlıklar kullanmamış; zaman zaman Fatımi Aleviliğinden devralınan yeşil renkli sarıkları da tercih etmiştir. Batılı ressamların Safevi şahlarıyla ilgili çizdikleri resimlerde bu renk farklılıklarını görmekteyiz. Bu cümleden olarak kırmızı/kızıl başlık sadece Safevilere özgü değildir. Bir başka deyimle, kızıl başlık ne yalnızca Safevilerde başlamış ne de onlara özgü idi. Yukarıdaki örneklemelerde olduğu üzere, aşağıda da bu konuya değineceğim satırlarda, kızıl başlığın eski Türk tarihinden gelen bir uygulama olduğunu yine örneklemelerle aktaracağım. Osmanlıların, kendilerine Kızılbaş dediği Türkmen topluluklarının bir kesimi Şamanist inanç, gelenek ve ritüellerini devam ettirirken; diğer az bir kesim ehlisünnet ritüellerine yönelmeye başladılar. Türkmenlerin geriye kalan kesimleri ise ehlibeyit akidelerine bağlı idiler. Bu arada, Anadolu’da Hristiyan ve Yahudi Türkler de bulunuyordu. Bu Hristiyan ve Yahudi Türklerden şehir ve kasabalarda yaşayanlar Müslümanlığı benimseyince Havra ve Kiliseden Camiye transfer olmuşlardır. Çünkü, Birinci Dünya Savaşı süresinde ve sonrasında Anadolu kiliselerinin tümüne yakınının camilere çevrilmesiyle Hristiyan ahalinin de bir biçimde Sünnî Müslümanlığa transfer oluklarını belirlemekteyiz. Bu Hristiyan kökenli Sünni Müslümanlar zamanla bu ülkedeki çağdaşlaşma karşıtı oluşumların içinde daha yoğun bir şekilde yer almışlardır. Bu olgu Karadeniz bölgesinde daha belirgindir. Öte yandan, tüm Türkmen boyları ve Türkçe konuşan topluluklar Kızılbaş adıyla anılmışlardır. Bunlardan, tasavvufi inançlara sahip olan Alevi Türkmenler; türkü deyişler söyleyerek Batılıların son yüzyıllarda yaygın olarak Küçük Asya dedikleri coğrafyada Türkçenin yayılmasını sağlamışlardır. Bunların içinden birçok mutasavvıf halk ozanları yetişmiştir. Unutulmamalı ki, bir dil; iyi insanların marifetiyle saygınlık ve yaygınlık kazanır;buna mukabil, kaba ve ceberut insanların kullanmasıyla antipati görür. Oysa, Anadolu topraklarında Türk kültürünün taşıyıcıları olan bu ehlibeyit ve Ene’l-Hak sevdalılarına merkezi otoriteler ve avam kesiminden her türlü zulüm ve işkenceler reva görülmüştür. Tarihte her zaman kendi sömürü düzenlerini kalıcılaştırmak isteyenler; kardeşçe yaşayan halkları kültürsüzleştirmek, kabalaştırmak ve bunların neticesinde birbirlerine düşman hale getirme uğraşıları içinde olmuşlardır. Bunda büyük ölçüde de başarılı sayılmışlardır. Bu bağlamda, ünleriyle nam salan birçok kral, sultan, şah, padişah, imparator, emir, han ya da devlet başkanı göçüp gitmişler bu “ruy-i zemin”den. Birçokları da hiç ölmeyeceklermiş gibi halklarına yaptıkları zulümlerle nefret edinmişler. Oysa, sanata, kültüre ve insani değerlere önem verenler ise insanlığın gönüllerinde yer edinmişlerdir.
Üzerinde yaşadığımız coğrafyada farklı inanç kesimlerini birbirinden izole etmek, onların yan yana gelmelerini önlemek için her türden engellemeler, karalamalar, kışkırtmalar ve yoğun düşmanlık duyguları enjekte edilmeye çaba harcanmıştır. Oysa, yüzyıllar öncesinde tarihsel kökenleri ve inançları aynı olan insanlarımızı, böl ve yönet politikalarıyla birbirine düşürmeye, toplumsal yapılarını destabilize etmeye büyük ölçüde gayret sarf edilmiştir. Bunun sonucu olarak; analiz eden, sorgulayan ve doğruları kavrayabilen insanların azlığı nedeniyle avam kitlelerinde cahilane düşünce kalıntılarının izlerine bugün de rastlamaktayız. Oysa, bilgi çağında yaşadığımız bu çağda teknolojik araçlar yoluyla bilginin insanoğluna sağladığı bir zamanda doğruları araştırıp bulmak ve kavramak yönündeki ketum davranışlarımız bizleri hiçbir zaman birbirimize kenetlemeyecektir.
Öte yandan, Batılı aydınlar Osmanlı topraklarına ilişkin istatistiklerinde Kızılbaş sözünü Türk ve Müslüman sözünden ayrı olarak belirtiyorlardı. Bunun ne denli yanlış bir ayrıştırma olduğu açıktır. Bu ayırıma bir örnek olarak ünlü Fransız coğrafyacısı ve oryantalist Vital Cuinet (1833-1896), tarafından hazırlanan 5 ciltlik “La Turquie d’Asie” adlı kitaptır. Aynı zamanda, Osmanlı Düyun-u Umumiye İdaresi Genel Sekreteri olan Vital Cuinet, adı geçen çalışmasında Kızılbaş unsurunu Türk ve Müslüman unsurundan ayrıca belirtmiştir ki, bu yöndeki bir ayrıştırmanın yapılması, engin tarih bilgisinden yoksunluğu ya da kasıtlılığı dışa vurmaktadır.
Bilinmelidir ki, tarihte hiç kimse tarafından Kızılbaşlık adı altında bir mezhep inşa etmemiştir. Ne böyle bir mezhep ne de bu adla bir mezhebin kurucusu ya da önderi bulunmaktadır. Tarihte kimi zaman sehven, kimi zaman da kasten böyle bir mezhep algısı yerleştirilmeye çalışılmıştır. Merhum Abdülbaki Gölpınarlı, İslam Ansiklopedisi’ndeki Kızıl-Baş maddesinde (C.6, sh.790, sütun:1, son prg.) Kızılbaşlığın bir tarikat olmadığını söyleyip; “Kızıl-baş erkek olsun, kadın olsun mutlaka Kızıl-baş soyundan gelir” dedikten hemen sonra “Kızıl-başlık, daha ziyade bir din ve mezhep mâhiyetini taşır” demektedir. Oysa, ben şahsen bu anlatımlar arasında bir çelişki bulunduğu kanısındayım. Çünkü, din ve mezhep olarak kabul edilen bir oluşuma isteyen birey istediği zaman – onun inanç ve uygulamalarını benimsediği sürece – dahil olabilir. Yok eğer Kızılbaşlığın soydan geldiği öne sürülüyorsa, o takdirde din ve mezhep değildir; bir kavme mensubiyet belirten bir olgudur. Burada, benim savunduğum hakikat, bu kavramın Türk ya da Türkmen boylarını ifade ettiğidir. Buna rağmen, Fuat Köprülü ve onun öğrencisi İrène Mélikoff‘un Kızılbaşlığı heterodoks (hétérodoxe) bir din olarak tanımlamalarına katılmak mümkün görünmemektedir. Söz konusu olan kavram, İrène Mélikoff’un bir kısım öğrencilerince de yaygın olarak telaffuz edilmektedir. Eğer, bir heterodoksi (hétérodoxie) aranacaksa bu tüm din ve inançlarda söz konusudur. Üstelik, bu heterodoks kavramı bir kısım kaynaklarda “sapkın” ve “aykırı” diye tercüme edilmiştir. Oysa, hétéro (karışık, karma) ile doksa (kanı; görüş) sözlerine istinaden karma görüşler ya da inançlar için dillendirilmiştir. Bu sözün karşıtı homogène (omojen :türdeş, mütecanis) sözüdür. Yunancadan Batı Dillerine transfer edilen bu sözleri çarpıtarak çevirmek, çevirmenlerin ve yayınevlerinin haddine değildir. Tarih boyunca inançlar vakumlanarak gökyüzünden indirilmediler. Bu vesileyle, her inanç sistemi karma özelliklere sahip olabilir. Selçuklu ve Osmanlıdaki Türkmen (Kızılbaş) ayaklanmalarında, Ermeni ve diğer bir kısım Hıristiyan cemaatler, Selçuklu ve Osmanlı devletlerinin yanlarında yerlerini almışlardır. Buna paralel olarak, XVI.yy.’dan itibaren günümüze dek artan bir dozajla merkezi otoriteler tarafından Kızılbaşlık avına çıkılmıştır. Gel gör ki, ava çıkanlar da avlananlar da aynı etnik menşeli olarak bilinmektedirler. Öte yandan, Anadolu’da Şah Kulu Ayaklanması‘nda Antalya’dan – Kütahya da dahil – birçok kent düşürülmüş, geniş bir alanda üzerlerine gelen Osmanlı kuvvetleri defalarca büyük kayıplara yol açan hezimetlere uğratılmıştır. Bu ayaklanmaya Sunni Kızılbaşlardan geniş katılımlar olmuştur. Osmanlı devlet düzeninin ağır vergilerine ve keyfi harcamalarına dayalı memnuniyetsizliklerin, tüm Türkmen kitlelerini harekete getirdiği gözlemlenmiştir. Celali İsyanları da aynı nedenlerle başlamış; inançları ne olursa olsun Türkmen kitlelerinin yanı sıra, Alevi Kürtlerin de kısmen katıldığı belirlenmiştir. Bunlardan biri de Kiziroğlu Mustafa Bey’dir. Uzunca bir süre Osmanlı devlet düzenine isyan eden bir Alevi Kürt zümresine mensup olan Kiziroğlu Mustafa Bey, yakalanıp İstanbul’a götürülmüş ve atıyla birlikte üzerine neft dökülerek yakılmıştır. Bu konuda bkz. yazmış olduğum Kiziroğlu Mustafa Bey Hakkında başlıklı makale. Yıllar yılı siyasi rant peşinde olan çevreler, çok partili sisteme geçtiğimizden sonra, daha yoğun bir şekilde bu kez de Kızılbaşlığı Alevi Türkmenlere indirgemişlerdir. Bununla da yetinilmemiş, Alevi Kürt kesimler de aynı adla kategorize edilmeye gayret edilmiştir. Bu yazımda şunu belirtmekteyim ki, Kızılbaşlık, menfi bir kavrammış gibi propaganda edilmemelidir. Unutulmaması gerekir ki, tarih boyunca kırmızı başlıklar kullanıp kırmızı giysiler tercih eden Türk boyları, komşuları tarafından bu adla anılmışlardır. Oysa, Osmanlı tarih yazıcıları -Safevilerin ortadan kaldırılma faaliyetleriyle birlikte – söz konusu kavramı karalamak maksadıyla düşman olarak propaganda edip bir menfi terim olarak algılanmasına çabalamışlardır. Çaldıran’daki Osmanlı Safevi muharebesinde birçok ehlisünnet Türk boyu Şah İsmail’in yanında yer almıştır. Bunlar da Kızılbaş Sünniler kategorisine dahil edilebilir. Öte yandan, günümüzde tüm Türk boyları Anadolu’da yaptıkları düğünlerde evlenecek kızlarının başına kızıl tülbent atmakta ve beline kırmızı kuşak bağlanmaktadır. Gelin adayı, bu kızıl tülbentin ardından çevresini görmeye çalışmaktadır. Kırmızı renk Türk halkınca masumiyet ve kutsallık ifade etmektedir. Karamanoğulları zamanında Karaman Türkmenleri kırmızı başlık takarlardı. 1277’de Karamanlıların Konya’yı muhasara ettiklerinde aynı renkte başlık kullandıkları kaynaklarca öne sürülmektedir. Aydınoğulları Beyliğinde de kızıl börk/başlık kullanıldığı zamanın yazarlarının bizlere aktardıkları bir gözlemdir. İbn Bibi de Babailer ayaklanması esnasında Konya’yı kuşatan Türkmenlerin kızıl börklü olduğunu aktarmaktadır. Bu kızıl börklü Türkmenler büyük ölçüde Konya’ya yerleştiler. Aslında, Osmanlılar da tarihten gelen bu Türk geleneğini devam ettirmişlerdir. Bu cümleden olarak,bir kesimin Otman Baba diye tanımladığı Osman Bey, kızıl silindirik başlığının etrafına ince enli beyaz sarık bağlamış idi. Emir Timur/Timur Leng (Aksak Timur), Ankara’nın Çubuk Ovası’nda Yıldırım Bayezıt öncülüğündeki Osmanlı Ordusunu mağlup ederken başında kırmızı başlık bulunuyordu. Aynı şekilde Emir Timur’un ünlü komutanı İssen Buga’nın da başında kızıl külahı vardı. Esenboğa Havaalanı’nın adı Timur’un bu ünlü komutanının adına izafetendir. Babür İmparatorluğu’nun şahlarından Babür Şah’ın da başında kızıl tacı bulunuyordu. Birtakım kaynaklar, Türk kültürüne aşina olmakla birlikte, bir Aryen boyu olan İskitlerin ünlü önderlerinden Alp Er Tunga’nın (Afrasyab) kızıl tacından söz etmektedirler. Hun imparatoru Atilla’dan Akkoyunlu Uzun Hasan’a, Memlük sultanı Baybars’tan İran Afşarlarının lideri Nadir Şah’a dek birçok devlet adamının kızıl başlıkları bulunduğu aktarılmaktadır. Birtakım İran, Arap, Süryani, Ermeni ve Yunan kaynak ve kronikleri incelendiğinde bu bilgilerle karşılaşmaktayız. Orta Çağda Başkırtlar arasında Kızılbaş adlı bir boy mevcuttu. Yine Kızılbaş adıyla Azerbaycan Türklerinden İnallı/İnallu boyu vardı. Ayrıca, Kazaklarda Kızılkurt adlı Kazak boyu bulunuyordu. Anadolu Türkmenlerinde Kızılkeçili, Kızılcakeçili, Kızılbeyli, Kızılhacılı, Kızıloba gibi boylar vardı.
Osmanlı İmparatorluğu’nun II.Bayezit zamanında İstanbul’a Özbek elçisi geldiğinde burada bulunan Venedik elçileri bir rapor kaleme alırlar. Bu raporda bir kısım toplumların başlarına taktıkları kisvelerin renklerine göre adlandırıldıkları yazılıdır. Buna göre, Gürcülerin, başlarındaki kara külahlara binaen Karabaş olarak adlandırıldıkları aktarılmaktadır. Bunun gibi, Osmanlılara Akbaş, Özbeklere Yeşilbaş, Safevilere –ordusundaki kızıl külahlı Türkmenlere istinaden – Kızılbaş denildiği yazılıdır. Bu konuda bkz. M.Fahreddin Kırzıoğlu, Osmanlıların Kafkas Ellerini Fethi (1451-1590), Ankara 1976, sh.113, 54 nolu dipnot. Tarihçi Hammer bu konuya değinirken, Venedik elçilerinin raporlarında Şah İsmail’in elçisi için “Della testa rossa”=Kızılbaş, Özbek elçisi için “Della testa Verda”= Yeşilbaş, Gürcü elçisi için “Della testa nera”= Karabaş ve Osmanlı elçisi için “Della testa bianca”=Akbaş ifadelerinin kullanıldığını aktarmaktadır (bkz.J.V.Hammer, Osmanlı Devleti Tarihi, Trc.Mehmet Ata, İstanbul 1947, MEB, C.II,sh.371). Önceleri, askerlerini genellikle kızıl külahlı Türkmenlerden oluşturan Safevi devleti ve ülkesi için – Osmanlılar tarafından – Kızılbaş lakabı yayılmış iken, sonraları Anadolu’daki Alevi inançlı kesimler için de sehven ya da kasten bu terim kullanılmıştır.
Kızılbaş sözünü Türk’ün diğer adı olarak yayan Osmanlılar yüzyıllarca satır aralarında Türkü küçümseyen ve aptal olarak gören bir anlayışın teşvikçisi ve temsilcisi olmuşlardır. Sonraları bu bakış açılarına karşı beliren tepkiler nedeniyle bu kez de Türkün bir başka adı olan Kızılbaş sözü dar bir kesime indirgenerek çoğunluk safları oluşturulmuştur. Bir yanda kurumsallaştırılan din, naturel dinin önüne alınmış; öte yandan ise Anadolu evliyalarından oluşan naturel dinin temsilcileri resmileştirilmeye ve kurumsallaştırılmaya çalışılmıştır. Cumhuriyet döneminin çok partili süreciyle birlikte giderek dinin siyasal bir enstrüman olarak kullanılması yaygınlaştırılmıştır. Bu çabalar, egemen inanç kültü oluşturma gayretleriyle paralel olarak yürütülmüştür. Bunun bir sonucu olarak Anadolu velilerinin ve ulularının adları sömürülerek vakıflar ve dernekler oluşturulmuştur. Bu vakıf ve dernekler çoğunlukla adlarını taşıdıkları veli ve uluların dünya görüşlerine zıt inanç ve ritüelleri, o saygın şahsiyetlere aitmiş gibi yansıtmaya çabalamışlardır. Bunda bir ölçüde de olsa başarılı olunmuş ve söz konusu aziz insanların tefekkürleri hasır altı edilmiştir. Böylelikle, tasavvuf ehlinin önde gelenlerinden Celaleddin-i Pir-i Horasani (namı diğer Mevlana), Hacı Bektaş-ı Veli, Hacı Bayram-ı Veli, Yunus Emre, Baba Saltuk ve daha nicelerinin düşünce ve inançları günün egemen siyasal bakış açılarına uyarlanmaya çalışılmıştır. Bu bağlamda, nispeten naturel ve naif din; doğal olmayan yapay ve yanlış bilgilerle mücehhez bir şablonlar yumağı haline getirilmiştir. Anadolu tasavvufu her dinden, inançtan ve fikirlerden mülhem olarak hiçbir dinin tekeline itaat etmeyen hakiki ve insani hasletleri baş tacı edinerek yücelmiş ; bu yücelişle birlikte, naif insanların zihin katlarında güçlü birer inanç kaleleri oluşturularak yüzyıllara damga vurulmuştur.
Ayrıca, Anadolu Aleviliğini heterodoks ve benzeri kavramlarla açıklamaya çalışan fikir adamlarının, unutmamaları gereken bir gerçek vardır ki, o da hiçbir inanç sisteminin her yönüyle özgünlük taşımadıklarıdır. Buna mukabil, heterodoks karşısında ortodoks olarak belirtilen ehlisünnet, yoğunluklu olarak düşünsel bazlı bir inanç sistemi olmaktan öte, ağırlıklı olarak ritüellere dayalı bir edimler manzumesini oluşturmaktadır. Türk kültürünü Anadolu’ya yayan Alevi halk ozan ya da şairleri, deyişlerini bağlamalarıyla en etkileyici bir nida ile terennüm ederlerken, bir yanda da gözyaşları dökerek adeta vecd aşamasına erişmektedirler. Bu duygular ve erdemlerle bütün bir coğrafyayı etkileyen bu yüce erenlerin savaşçılıktan öte gönüller fethederek taraftar edindiklerini unutmamak gereklidir. O nedenle; ermişliği, diğer bir deyimle kemale erişmeyi ifade eden ‘eren’liği, savaşçılık ifade eden ve Keltlerin dilinden alınma bir söz olan ‘alp’ ile birlikte anmanın ne denli doğru olduğu tartışmaya açık bir durumdur. Çünkü, Anadolu mutasavvıf halk ozanları ellerinde bağlamalarıyla dillerinde deyişlerini terennüm ederek Türkçe lisanlarını başka halklara yaymışlardır. Onların ellerinde silahları yoktu; tellerine dokunarak kelamlarını terennüm ettikleri bağlamaları vardı. Bu bağlamda, silah zoruyla başkalarına dil ve kültür dayatılamaz. Öyle olsaydı, o zamanlar konuşulan dillerden birçoğu bugünlere intikal etmeyecekti.
Şevket Süreyya Aydemir (1897-1976), I. Dünya Savaşı yıllarında yedek subay olarak Kafkas cephesindeki savaşlara katılmış ve Sarıkamış’ta yaralanmıştır. O yıllarda, emrindeki askerlere “Biz Türk değil miyiz?” diye sorduğunda; askerlerden “estağfurullah” cevabını alır. Nedenini sorduğunda ise yine askerler “Çünkü, Türk demek Kızılbaş demektir” derler. Bkz. Şevket Süreyya Aydemir, “Suyu Arayan Adam” Remzi Kitabevi, İstanbul 1993, s.104.
Anadolu’da Bizans döneminde de varlığını belirlediğimiz Kıpçaklar ve Peçenekler gibi Türkçe konuşan Hıristiyan toplulukların, Eski Anadolu inanç ve ritüellerini kendi folklorlarında barındırdıkları da bir gerçektir. Bu gerçeklikle birlikte, Hıristiyanlık öncesi paganizm dini inançlarının kısmen de olsa Hıristiyan topluluklarda varlığını devam ettirdiklerini gözlemlemekteyiz. Tıpkı bunun gibi, İslamiyet de içinde paganizm inançlarını kısmen de olsa barındırmaktadır. Yeryüzünde hiçbir din özgün değildir. Kendinden önceki din ve inançları büyük ölçekte kendi içlerinde barındırmışlardır. Bununla da kalınmamış, sonraki dinler önceki dinlerle bir uzlaşmaya varmış; böylelikle, önceki din ve inançların birçok ritüellerini, tapınma şekillerini aynen devam ettirmişlerdir. Bu alanda bir hayli örneklemeler yapmak mümkündür.
Sonuç itibarıyla, herkesin inancı kendisine göre değerli ve kutsaldır. Bir toplumu oluşturan kesimlerden birini ötekine boğazlatmak gibi onursuzca ve gayrı insani saikleri körüklemek çağdaş insanın erdemlerinden sayılamaz. Marifet insanın ritüellerinde değil özündedir. Mümin insanın kutsal ritüelleri onun doğru davranışlarıdır. Haksızlıklara, hırsızlıklara, yolsuzluklara ve adaletsizliklere bulaşmayan insan her inancın baş tacıdır. Hakk’a inanan bir insan yeryüzünün tüm ‘beşer’leri arasında muvazene kurmakla mükelleftir. Bu insani sorumlulukların hiç birini yerine getirmeden ‘suret-i hak’tan görünme çabaları beyhude ve nafile davranışlardır.