Mehter Takımı, Tarihçesi ve Bektaşilik
Bilal Aksoy
4 Şubat 2016/Ankara
Bu konuya ilişkin yazılanlara bakılacak olursa, mehter sözü Farsça mihter (ulular) sözüne dayanmaktadır. Oysa, Farsça mihter (kazık) sözüne de istinat etmiş olabilir. Mehter takımının başında; ucu çarmıh şeklinde uzunca bir sopasıyla ya da kazığıyla bir orkestra şefi bulunmaktadır. Bu çarmıh şeklindeki sopanın ya da kazığın uçlarına tuğlar ve çıngıraklar bağlanmıştır. Farsça mih (çivi ; kazık) ve çarmıh (dört uçlu sopa parçası) sözleri bilinmektedir. Bu sözler Kürtçe de dahil diğer bir kısım Yakın Doğu Dillerinde de kullanılmaktadır. Mehterân sözündeki an son eki yine Farsça çoğul ekidir. Mehterin ardında oluşan topluluğun ifade edilmiş olduğu anlaşılmaktadır. Mıh (çivi;kazık) sözü Türkçede deyim içinde vurgulanmaktadır: “Hem nalına hem mıhına” örneğinde olduğu gibi. Buna karşın, XIV. yüzyıla ilişkin kimi kaynaklarda kullanılan mihter sözü ‘üst düzey hizmetkâr’ karşılığında biliniyordu. Bu sözün de Farsça mihtar (üst düzey görevli) ile bağlantılı olduğu kabul edilmektedir. Orduların önünde bulunması ya da sarayların önde gelen kamu görevlileri olmak açısından bu adlandırmanın yapılmış olması da mümkündür. Genel olarak mehter bandosu, belirlenen zamanlarda çalgılarıyla sanatlarını icra etmeleri nedeniyle Arapça nevbet (>Türkçe nöbet) kavramıyla adlandırılmıştır. Nevbet, söz konusu bando musikisinin bir tarzı olarak bilinmiştir. Buna Navba da denmiştir. Nevbet çalma, nevbet vurma ifadeleri bu açıdan dile getirilmiştir. Nevbet ya da Navba’lar farklı zamanlarda farklı makamlarda bestelerle icra edilmiştir.
Yakın Doğu devletlerinden Medler, Persler, Ahamenişler, Karahanlılar, Fatımiler, Safeviler, İlhanlılar, Akkoyunlular, Selçuklular ve daha birçoklarında orduların önünde türlü çalgılarla askeri cesaretlendiren birlikler mevcut idi. İskender’in ordusunda korn (boynuz) öttürülerek rakip güçler üzerine korku salınıyordu. Büyük İskender’in seferlerine ilişkin, bu seferlere katılan ünlü filozof Ksenefon’un yazdığı Anabasis adlı kitapta bu durum aktarılmaktadır. Bu nedenle, günümüzde kullandığımız korna sözü Eski Yunanca korn (boynuz) sözünden kalmadır. 1473 yılındaki Otlukbeli Savaşı’nda Akkoyunluların bugünkü mehter takımına benzer Tablhane ve Nekkare denilen bando takımlarının olduğu kaynaklarca aktarılmaktadır. Karahanlılar başta olmak üzere orduların ve önündeki bandoların On iki İmam inancına dayalı olarak icra-i faaliyette bulunduklarını belirlemekteyiz.
Devlet-i âliyye’de mehterân ve dolayısıyla mehterhane Bektaşi akidelere bağlı olarak etkinliklerde bulunuyordu. Bu bakımdan, II. Mahmud’a kadar mehterân, Bektaşi şairlerin deyişlerini seslendiriyordu. O zamanlar bugünkü gibi marşlar icra edilmiyordu. Söz konusu Bektaşi deyişlerinden biri de Muhyi’nin icra edilen aşağıdaki deyişidir: “Zahid bizi tan eyleme/ Hak ismin okur dilimiz/Sakın efsane söyleme/ Hazret’e varır yolumuz// Sayılmayız parmağ ile/Tükenmeyiz kırmağ ile/ Taşramızdan sormağ ile/Kimse bilmez ahvalimiz// Erenler yolun güderiz/Çekilip Hakk’a gideriz/Gaza-i ekber ederiz/İmam Ali’dir ulumuz// Erenlerin çoktur yolu/Cümlesine dedik beli/Gören bizi sanır deli/Usludan yeğdir delimiz// Tevhid eden deli olmaz/Allah diyen mahrum kalmaz/Her seher açılır solmaz/Bahara ere gülümüz// Muhyi sana olan himmet/ Aşık ise cana minnet/Elif Allah mim Muhammed/Kisvemizdir dalımız/Cümle alemlere rahmet saçar/Şu yoksul elimiz.” Mehteran’ın, Şehzade Beyazıd’ın ölümü esnasında da aynı deyişi seslendirdiği biliniyordu. Bu deyişin sonunda nakarat olarak “hay hay, hey canım, eyvallah hey dost” ifadeleri haykırılıyordu. Söz konusu deyişin 1529’da ölen Hurufi ve Bektaşi şairi Muhyiddin Abdal’a ait olduğu sanılmaktadır. Bir diğer iddiaya göre de Muhyi mahlasıyla tanınan kişi, Bezcizade Muhyiddin adlı Bektaşi şairidir ve 17.yüzyıl başlarında İstanbul’a gelip yerleşmiştir. Pars Tuğlacı, “Mehterhaneden Bandoya” (İstanbul, 1986) adlı kitabının 29. sayfasında XVII. yüzyılda Osmanlıda musikinin gelişmesiyle birlikte mehter musikisinde de aynı olgunun görüldüğünü ve bu cümleden olarak mehter havalarını besteleyen bestekârların belirdiğini aktarmaktadır. XVI. yüzyılda Şah Kulu, XVII. yüzyılda Eyyubi Mehmet Çelebi ve Derviş Mehmet Çelebi, XVIII. yüzyılda Şah Murat diye ünlenen Sultan IV. Murad da mehter bestecileri arasındadırlar. Yine bu yüzyılda Hızır Ağa ve Kemani Hızır Ağa da mehter bestecileriydi.
Devlet-i âliyye’nin mehter takımı seferlere gitmeden önce aşağıdaki duayı okuyordu: “Müminiz Kalû-Beli’den beri/Hakkın birliğine eyledik ikrar/Bu yolda vermişiz seri/Nebimiz vardır Ahmed-i Muhtar/ La Yezal mestaneleriz/ Nur-u ilahide pervaneleriz/Sayılmayız parmak ile tükenmeyiz kırmak ile/ On İki İmam pir-i tarikat cümlesine dedik beli/ Üçler, beşler, yediler/ Nur-u Nebi Kerem-i Ali/ Pirimiz üstadımız Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli/ Demine devranına Hü diyelim Hü.” Buna gülbank (dua) deniyordu.
Mehterân yürüyüşünde “iki adım ileri bir adım geri” şekli önceleri yoktu; 1952 yılından itibaren uygulanmaya başlamış. Araştırmacı Prof. Dr. Pars Tuğlacı da bu durumdan söz etmektedir. Üç adımda bir yarım sağa ve yarım sola dönülüyordu. Ortalama bir dakikada 96 adım atılıyordu. Padişah mehterleri on iki kat oluyordu. Her çalgıdan on ikişer adet bulunuyordu. Padişahların seferleri esnasında takımlar on iki misli arttırılıyordu. Savaşlarda Mehter takımı “Yektir Allah” nidalarıyla seslenirdi.
15 Haziran 1826’da II. Mahmut, devletin ordusu olan Yeniçeri Ocağı’nı tasfiye edince tıpkı Yeniçeri Ordusu gibi Bektaşilik akidelerine bağlı olan Ahilik teşkilatı ve Mehterane-i Hümayun’u da tasfiye etti. Yeniçeri Ocağı’nın olduğu kadar mehter takımının da piri Hacı Bektaş Veli idi. Bu gelişmeler olunca Bektaşiler, yer yer Nakşibendilik içinde kendilerini gizleyerek koruma refleksi içinde olmuşlardır. Bu arada mehterân yerine Mızıka-yı Hümayun kuruluyordu. 1828 yılında oluşturulan bu kurumun başına İtalyan asıllı – Napolyon’un emekli bando subayı – müzisyen Giuseppe Donizetti Paşa getirildi. Pars Tuğlacı’ya göre, önceleri albay rütbesindeki Donizetti, generalliğe yükseltilerek Donizetti Paşa adıyla askeri bandonun başına getirilmiştir. Daha doğrusu Mızıka-yı Hümayun’u, Donizetti Paşa’nın oluşturduğu görüşü genel kabul görmektedir. Artık Bektaşi deyişleri yerine Batılı tarzda marşlar icra edilmeye başlandı. Önceleri Reşadiye Marşı, Hamidiye Marşı gibi marşlar söylenip bestelendi. İttihat ve Terakki yönetimi süresince zafer marşı ve takiben milliyetçi/ kavmiyetçi marşlar yazılıp bestelendi.
Denizli Doğa Sevenler Derneği Başkanı ve araştırmacı Ümit Şıracı, “ceddin deden neslin baban” ile başlayan marşın aslında “Teslim deden Teslim baban” başlıklı olduğunu ve bunun da 17.yüzyılda yaşayan Bektaşi şairi Teslim Abdal’ın adını taşıdığını ifade etmiştir. Teslim Abdal Bağdad ve Revan seferlerine katılarak birtakım başarılar elde etmiştir (bk. 13 Mart 2015 tarihli gazeteler ). Bektaşi şairi Teslim Abdal, “Gafil durma şaşkın bir gün ölürsün/Dünya sana baki değil ne fayda”; “Seherde bir bağa girdim/Ne bağ duydu ne bağbancı” ve “Gel ha gönül havalanma/Engin ol gönül engin ol” deyişleriyle ünlüdür. Öte yandan, “Gönül gel seninle muhabbet edelim” ve “Ala gözlü nazlı pirim” başlıklı deyişleriyle ünlenen Derviş Ali’nin Teslim Abdal’ın torunu olduğu söylenmektedir. Devlet-i âliyye’nin son marşları için bkz. Mızıkayı Hümayun Marşları, Tarih ve Medeniyet, 7 Ekim 2009. Mehter Bandosu, 1911 yılında yoğunlaştırılan girişimlerle Ahmet Muhtar Paşa ve Celal Esat (Arseven)’ın çabalarıyla Mehterhane-i Hakani adıyla yeniden kuruldu. I. Dünya Savaşı yıllarında Mehteran Batılı tarzda marşlar çalmaya başladı. Ancak, bu marşların besteleri Batılı olmakla birlikte, zamanın yönetimi olan İttihat ve Terakki’nin fikriyatına paralel olarak ve onların yönlendirmesiyle fanatik milliyetçi marşlar yapılarak icra ediliyordu. Bir süre sonra, Enver Paşa’nın talimatıyla Mehterân orduya dahil edildi. Cumhuriyetten sonra Milli Müdafaa Vekili, saltanatın bir kurumu olarak nitelediği Mehterân’ı lağvetti. 1950’den sonra genelkurmay başkanı Nuri Yamut’un direktifiyle mehter takımı yeniden kuruldu (1953).
Aristoteles, “Politika” adlı kitabında (Remzi Kitabevi, 14.baskı, çev. Mete Tunçay, Aralık 2011, İstanbul; s.239) Med ve Pers krallarının başkalarına müzik çaldırıp söylettiklerini ve bunları dinleyerek büyük zevk aldıklarını aktarmaktadır. Diyebiliriz ki, Müzik İnsanlığın tarihiyle birlikte mevcuttur. Buna bağlı olarak, tarih boyunca da farklı müzik aletleri kullanılagelmiştir. İlk Çağda tokmaklı müzik aletleri Yakın Doğu’da yaygın olarak kullanılmıyordu. Söz gelimi, Eski Yunanlılar hayvan boynuzundan yapılan ‘korn’ları kullanıyorlardı. Bu bir tür ilkel borazandı. Tokmaklı müzik aletlerini çalanlara barbar diyorlardı. Bununla birlikte, Büyük İskender’in Asya Seferi süresince davulu da askeri bandosuna eklediği öne sürülmektedir. Aristoteles, Büyük İskender’in askeri bandosuna düşman üzerinde etkili olsun diye büyük bir müzik aleti olan Organon’u da dahil ettiğini öne sürmektedir. Bilindiği üzere Aristoteles’in mantıkla ilgili Organon (alet/araç/vasıta) adlı kitabı bulunmaktadır. Firdevsi, Şahname’de eski İranlıların askeri bandolarında nay (>ney) denilen kamış ve madeni lavta, tabira denilen küçük davul, zang denilen felek aleti, kus denilen büyük davul, Hindi daray denilen Hind çıngırağı, sinc denilen felek aleti; karanay,şaypur, buk denilen boru ve borazanlar kullanıldığını aktarmaktadır. İskenderiyeli Klemens’e göre, İslam öncesi Araplar savaşlarda zil kullanıyorlardı. Müslümanlar Uhud ve Bedir savaşlarında def kullandılar. Evliya Çelebi, peygamber zamanında savaşlarda davul ve kaval sesi duyulmadığını iddia etmektedir. Oysa, Evliya Çelebi, büyük davul olarak bilinen köslerin kullanıldığını da eklemektedir. İbn Haldun da ilk Müslümanların davul ve boru kullanmadıklarını belirtmektedir. Emeviler, mizmar denilen kavalı duff denilen defle birlikte icra etmişlerdi. İran etkisi Abbasi devleti üzerinde de belirgindi. Bu bağlamda, Abbasiler İranlıların surnay dedikleri zurnayı kullanmışlardı. İranlıların Dabdab ya da dabdaba dedikleri hayvan sırtındaki davula Abbasiler tabl al-markab dediler. Günümüzde kullandığımız debdebe sözünün eski İranlıların dabdaba’larından kaynaklandığını sanıyorum. Evliya Çelebi, madeni boru şeklindeki müzik aletinin Sultan Alp Arslan tarafından askeri bandoya dahil edildiğini aktarmaktadır. Ayrıca, nafir denilen borazanlar da bu dönemde kullanılıyordu ki, buna askeri buk ya da buk al-nafir de deniliyordu. O zamanlar kus denilen sonraları kös dediğimiz büyük davullar at veya deve sırtında iki tarafa asılı olarak taşınırdı. Deylemi/Dımıli bir topluluk olduğu iddia edilen Büveyhilerde/Büveyh-oğullarında ve onların devlet düzenlerinde günde üçten fazla mehter çalınması men edilmişti. Bunların müzik bandoları kösler, davullar, borazan, boru ve kavallardan oluşmaktaydı. Selçuklularda da eyaletlerin üçten fazla bando çalması uygun görülmemişti. Bir Moğol devleti olan İlhanlılarda davul ve kösler yaygın olarak kullanılmaktaydı. Abbasilerde ve Eyyubilerde matem zamanlarında mehter çalınması uygun görülmemişti. Bu gelenek sonraki devletlerde de uygulandı. XIV. yüzyılda Doğu Sudan’a uğrayan İbn Battuta burada davul, zurna, boru ve borazandan oluşan bir bandonun icrasını dinlemişti. Moğollar tarafından kullanılan büyük davullar Devlet-i Aliye tarafından da icra edilmiştir. Bu büyük davullar yaygın olarak önceleri kus, sonraları kös adıyla anılıyordu. Mehterde kullanılan zurna, Aryen topluluklarda ve o arada özellikle Kürt düğünlerinde yaygın olarak kullanılıyordu. Bununla birlikte, Haydar Sanal, zurna sözünü Farsça sur (düğün) ve nay (düdük, boru) sözlerine dayandığı iddiasını aktarmaktadır. Türkçede de zurna şekliyle yer almıştır. Bk. Haydar Sanal, “Mehter Musikisi Hakkında”, Hayat Mecmuası, C.I, Sy.2, İstanbul 1965, s.96. Mehterân içinde ünlü zur nazenler vardı. Bunlardan biri de Osmanlı paşası Zurnazen Mustafa Paşa idi. Öte yandan, zurna sözünü Arapça şur (boynuz), Farsça nay (>ney: ‘kamış’) sözlerine istinaden ‘boynuz düdüğü’ karşılığında bilindiğini söyleyenlerin yanı sıra, Eski Farsça sru (boynuz) unsuruna ek olarak sru-nada (boynuz kamış) formuyla da ifade edildiği belirtilmektedir. Zurnanın Luwilerde surna şekliyle söylendiği ve Sumerce si (boynuz) kök sözüyle ilişkili sayıldığı görülmektedir. Mehter Takımında yedi kat, on iki kat ve kırk kat mehterlerden söz edilmektedir. Söz gelimi on iki kat mehter denince on iki zurnazen, on iki davulcu, on iki zilci, on iki zurnacı gibi var olan müzik aletlerinin her birinin on iki adet olarak on iki kişi tarafından çalınması demekti. Bk. R. Mahmud Gazimihal; “Yüzyıllar Boyunca Mehterhane ve Türk Müzik Kalkınışı”, İstanbul Maarif Basım Evi, 1957, s.6. Padişahlar on iki ve kırk sayılarını yaygın olarak tercih ediyorlardı. Mehterandaki üçler, beşler, yediler, on ikiler ve kırklar gibi sayılar Hurufiliğin ve buradan ilham alan Bektaşiliğin kutsal saydığı sayı mistisizmine dayanan sayılar dizisiydi.
Mehter benzeri müzik topluluğu Şah İsmail’in ordusunda da bulunuyordu. Bununla birlikte; Şah İsmail, Horasan’dan bin kadar bilim ve sanat adamını Tebriz’e getirtmişti. Çaldıran Savaşı’ndan sonra bu bilim ve sanat adamlarını Yavuz Selim’in resmi olarak Konstantiniye denilen İstanbul’a götürttüğü söylenmektedir. Bk. Haydar Sanal, “Mehter Musikisi, Bestekâr Mehterler – Mehter Havaları” İstanbul, 1964, MEB; s.160. Aynı yazar, adı geçen kitabında eski mehter makamlarından Acem, Hüseyni, Bayati, Kürdi, Nihavend, Neva , Rast, Muhayyer, Saba, Segâh, Gülizar, Pençgâh, Peşrev, Rehavi, Zirgüleli Hicaz, Mahur, Uşşak, Rahatülervah, Tahir, Sünbüle, Nikriz, Irak, Evc, Çargâh, Buselik ve Uzzah adlarını aktarmaktadır. Ünlü İngiliz müzikolog Henry George Farmer (1882–1965), İslam Ansiklopedisi’ne yazdığı Nevbet maddesinde, 1379 yılında Irak’ta Celayirli hükümdar Celaleddin al-Husayn’ın sarayında navbaya mustazad adının verildiğini; çünkü, beşinci bir kıtanın eklendiğini aktarmaktadır. H.G.Farmer’in, Arap müziği, müzik tarihi ve müzik aletleri üzerine yazdığı birçok kitap ve makalesi bulunmaktadır. Henry George Farmer’in aktardığına göre, Fatımî halifesi al-Aziz, X. yüzyılda Suriye’ye karşı yaptığı seferde 500 boru öttürmüş idi. Bu seferde boru öttürenlerin dışında zurnacılar, zilciler, davulcular ve köscüler de yer almışlardı. Fatımî devleti aynı zamanda askeri mızıka takımıyla da ünlüydü (bkz. H.G.Farmer, “Tabl-hâne” md. İA). Bizans tarihçisi Kritovulos, Sultan II.Mehmed’in İstanbul’u kuşatırken boruların savaş havasında çalmasını, zurna ve nakkarelerin tiz olarak çalmasını buyurmuştu. Bunun sonucu olarak yer gök adeta inlemişti. Bk. Kritovulos, “Tarih-i Sultan Mehmet Han-ı Sani (İstanbul’un Fethi), Çev. Karolidi, İstanbul, Bahar Matbaası, 1967, s.87.
Mehterân, ünlü bir Bektaşi olan Yahya Kemal Beyatlı’nın “İstanbul’u Fetheden Yeniçeriye Gazel” şiirini de icra ediyordu. Bestesi Münir Nurettin Selçuk’a ait olan bu şiir şu beytle başlıyordu: “Vur pençe-i Âli’deki şemşir aşkına/Gülbang-i asmani tutan pir aşkına.” Şiirlerinin bir kısmı Münir Nurettin Selçuk tarafından bestelenen Yahya Kemal’in Akıncılar ve Mohaç Türküsü de mehter marşı haline getirilmiştir.
Cumhuriyet döneminde 1950 sonrasında yeniden oluşturulan mehter takımı ve onun özellikle bu dönemde yazılan/bestelenen marşları, Bektaşi geleneğine sahip olanlarca yadırganmış ve bigane kalınmıştır. Bir zamanlar sufiyane geleneğin mızıka takımı olan mehter bandosu çocuk sünnetlerinde, düğün törenlerinde icra edilmiş; keyfince kimileri tarafından kendilerine mal edilerek birçok zaman da siyasi amaçlar için kullanılmıştır. Bu cümleden olarak, Manisa’nın Turgutlu ilçesinde birçok mehter takımı bulunmaktadır. 9 Haziran 2005 tarihli “arsiv. ntv.com.tr”deki mehterle ilgili bir yazıda Manisa’nın Turgutlu ilçesindeki Oğuzhan Mehteran Derneği üyesi Ahmet Hoşgenevli’nin “Burada mehterler işi ticarete döktü” sözü aktarılmaktadır. Söz konusu yazı Ersin Toker ve Mehmet Tanju Akad tarafından kaleme alınmıştır. Yine bu yazıda aktarıldığına göre adı geçen ilçede mehtercilerin mesleklerini ticari amaçlar için üstlenerek gündeliklerini arttırmanın yollarını aradıkları belirtilmektedir. Günümüzde, çatışmaları ve savaşları değil barışı esas alan ve hümanist değerlere bağlı kalan Bektaşilik mensuplarınca, tarihte kendi musiki bandoları olan mehter takımı ilgi odağı olmaktan çıkmış görünmektedir. Çünkü, birtakım hoyrat çevrelerin elinde kendilerine yabancılaştırılmış, aslından sökülüp başka kılıklara bürün dürülmüş bir bandoyla karşı karşıya kalınmıştır. Günümüz mehterânında geriden kalan tek sembol, Selahattin-i Eyyubinin sultanı olduğu Eyyubi imparatorluğunun bayrağı olan üç hilaldir. Bu üç hilal, tarihin çok gerilerine istinat etmektedir. İslam coğrafyasında ise Allah-Muhammed-Ali üçlemesine dayan maktadır: Tıpkı Hıristiyanlıktaki Baba-Oğul-Kutsal Ruh gibi…Üç sayısı Batıni Hurufiliğin ve buradan Bektaşiliğe intikal eden bir sayı mistisizmi anlayışı ve inancının sonucudur.